15 Mart 2020

İbn Haldun'un Umran Teorisi ve Kültür İle İlişkisi


Özet

İbn Haldun 14. yüzyıl düşünürü olmasına rağmen son asırda akademik çalışmaların konusunu işgal eder olmuştur. Onu çekici kılan özellik ise 19. yüzyıl sosyoloji kuramcılarının toplumu anlamak için yaptığı kavramsallaştırmaların adeta bir öncülü olarak onlardan beş asır önce açıklama çalışmalarına girişmesinde yatmaktadır. Onun umran, asabiye, bedevi ve hazeri umrana dair yaptığı çözümlemeler basitten karmaşığa giden insan ilişkilerinin adeta bir resmini ortaya koymuştur. Bu çalışma onun umran teorisini ortaya koyarken etkilendiği kültürel mirası betimlemek ve kültür hakkında yaptığı yorumları kendi teorisi içerisinde değerlendirmektir.


1-) Giriş: İbn Haldun’un Hayatı ve Zihin Dünyasına Etkisi

Tarihte hiçbir müellif yoktur ki herhangi bir düşüncesini ortaya koyarken kendi yaşadığı çağdan ve onun yaşama biçimlerinden, siyasetinden etkilenmemiş olsun. Araştırma konumuzu teşkil eden İbn Haldun’da bundan müstesna değildir. Dolayısıyla onun hayatını genel hatlarıyla bilmek; kültür ve umran hakkındaki düşüncelerini ve kullandığı kavramsallaştırmaları anlama hususunda bizlere yardımcı olacaktır.


Turan Dursun, İbn Haldun’un eseri olan Mukaddime’nin[1] 1977 yılı çevirisinin önsözünde yazarın hayatı hakkındaki bilgiyi bizzat İbn Haldun’un kendisinin yazdığı “Et-Ta’rif bi-İbn Haldun” isimli eserden aldığını söyler (Haldun, 1977, s. 36). 1332 yılında Tunus’ta doğan Haldun kendisi hakkında geniş bir şecere[2] sunduktan sonra küçük yaşlardan itibaren örf gereği Kuran, hadis, fıkıh gibi İslami ilimler alanında eğitim aldığını ifade etmiştir. Ancak onun genç yaşlarında Avrupa’da ortaya çıkan veba salgınında hocalarını ve yakınlarını kaybettikten sonra ilim öğrenme süreci sekteye uğramış ve siyasetle ilgilenmeye başlamıştır.

Aslen devlet kademelerinde görev alan bir aileye mensup olan İbn Haldun’un kendisi de gençlik yıllarında çeşitli devlet görevlerinde bulunarak Kuzey Afrika ve Endülüs arasında gidip gelerek bu coğrafyaları gezme imkanı bulmuştur. Fas’ta Merînîler, Tilimsân’da Abdülvâdiler, Endülüs’te Nasrîler, Mısır’da Memlükler hüküm sürerken bu devletlerin birbiri ile ilişkileri ve almış olduğu görevler kendisinde yoğun bir bilgi, gözlem ve tecrübe biriktirmiş, kişiliğinin ve düşünce dünyasının ortaya çıkmasında belirleyici olmuştur.

İbn Haldun’un yetişmesinde, daha doğrusu yaşadığı çağdaki diğer alimlere göre farklı ilgilere sahip olmasında, o dönemin siyasal çalkantılarından uzak kalmamasının da çok büyük etkisi olmuştur. Bir çok alim siyaseti “kirli bir iş” olarak görüp saray çevrelerinden köşe bucak kaçar ve inzivaya çekilirken, o ise devleti ve devlet adamlarını çok yakından gözlemeyi tercih etmiştir. Nitekim bu çabası sonraki yıllarda yazacağı dev eseri Mukaddime’deki o müthiş tespitlere de büyük ölçüde ışık tutmuştur.”(Haldun, 2004, s. 14).

İbn Haldun’un yaşadığı dönem ve kendisinin “Batı” olarak adlandırdığı bölgede İslam dünyasında ağır bir çöküş ve yıkılış yaşanmıştır. İç savaşlar, Endülüs’te İslam egemenliğinin yok oluşu, boş inanç ve hurafelerin yaygınlaşması İbn Haldun’un önemli ölçüde çöküş psikolojisi içeren bir eser yazmasına neden olmuştur (Yıldız, 2010, s. 25). İbn Haldun kırklı yaşlarının ortalarında artık ilimle meşgul olmak istemesini gerekçe göstererek devlet görevlerini bırakmış ve 1380 civarında ünlü eseri “Mukaddime”yi tamamlamıştır. Muhtelif zamanlarda gezip gördüğü yerlerden notlar alarak, bulunduğu coğrafyalardaki halkları inceleyerek hatta bazı zamanlar bedevi kabilelerin arasına katılıp onlarla beraber yaşadığı deneyimlerin birikimiyle eserini yaklaşık 8 yılda tamamlamıştır. Bu tarihten sonra Mısır’a giderek tekrar devlet görevlerinde bulunmuş, kadılık ve müderrislik yapmıştır. İbn Haldun, vefat ettiği 1406 yılına kadar muhtelif zamanlarda eserini güncellemiştir.

İngiliz tarihçi Toynbee, İbn Haldun’u “herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış olan bir tarih felsefesinin en büyük sahibi” diye tanımlamıştır (1956, s. 322). Toynbee’nin bu tanımı yersiz değildir. İbn Haldun, aydınlanmacı dünya görüşünün yeni yeni nüvelerinin görülmeye başladığı bir çağda bu görüşten bağımsız olarak tarihsel ve sosyolojik bir açıklama çerçevesi geliştirmiştir. O, insanların tabiatlarına, şehirlerin sosyal yapılarına ve devletlerin siyasi yapılarına sirayet eden bir değişim teorisi ortaya koymuştur. Günümüzde bile insan doğası tanımlarına bakıldığında bir tür “değişmezlik” görüşü yaygınca savunulmasına rağmen onun sosyal ve siyasi yapılara paralel olarak insan doğasının da değişime maruz kaldığı görüşü siyaset teorisinin temel parametrelerinden birisini teşkil etmiştir. Dahası bu değişim son derece yavaş, derin ve gizli bir süreçtir (Kayapınar, 2006, s. 85).

İbn Haldun’un kastettiği anlamıyla değişim, ilerlemeci bir değişim sürecini değil döngüsel bir değişim sürecini ifade eder. Döngüsel değişim süreci köklerini peygamberlerden alır. Peygamberlerin geçmiş kavimlere dair anlattıkları hikayeler muasır muhatablarının içinden alabileceği bir takım ibretleri içerir. Alınan bu ahlaki derslerle insanlar kendi hayatlarını düzenler ve sapmalarını düzeltirler. Başka bir deyişle tarih, geçmiş ile bugünü karşılaştırıp hataya düşmekten ve doğru yoldan sapmaktan kurtulmanın yollarını öğrenmek için vardır. Bugünün sorunları ile ilgilenmek geçmişe dönmekle mümkündür. Böyle bir dini gelenek içinde yetişen İbn Haldun’da eserine iber[3] ismini vererek bu bakış açısını yansıtmıştır.

Onun metodunu inceleyeceğimiz sonraki bölümde İbn Haldun, kendisinden önceki tarihçileri nakli bilgiye dayalı tarih yaptıkları için eleştirmiş ve metin eleştirilerinin de yapılması gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca tarihte vuku bulmuş olayların belli düzenlilikler halinde cereyan ettiğini tarihçinin görevinin ise bu düzenlilikleri tespit etmek olduğunu söyleyerek günümüzdeki tarih anlayışına yakın bir görüş ortaya koymuştur. Bu yönüyle geçmişle gelecek arasında bir köprü konumunda durmaktadır.



[1] Eserin tam ismi “Kitabü’l İber ve Divanü’l-mübtede ve’l-haber fi eyyami’l Arab ve’l Acem ve’l Berber ve men Aserahüm min Zevi’s-sultani’l-ekber” (Araplar, Acemler, Berberiler ve onlarla çağdaş büyük devlet sahibi halklar hakkında başlangıç, ibret ve haber kitabı)’dır. Kısaca “Kitabü’l İber” olarak bilinir ve toplam 7 cilttir. Mukaddime ise bu külliyata yazdığı giriş kısmıdır ve eser daha çok bu adıyla anılır.
[2] Tam adı Ebu Zeyd Veliyüddin Abdurrahman İbn Haldun El-Maliki El- Hadrami’dir. İbn Haldun adıyla meşhur olmuştur. Ebu zeyd künyesi Veliyüddin ise lakabıdır. Lakabını Mısır’daki kadılığı sırasında Memlük Sultanı Berkuk’tan almıştır. Haldun ise babası olmayıp dokuzuncu göbekten dedesidir. İbn Haldun kendi soyunu peygamberin sahabelerinden olan Vail’e kadar götürmektedir. Ancak bu bilgi kesin değildir.
[3] Bu kelimenin tekil hali “İbret”tir. “Kitabü’l İber” ibretler kitabı demektir. 


2-) İbn Haldun’un Tarih İçerisindeki Konumu ve Metodu

İbn Haldun’un tarih içinde bulunduğu felsefi konum onun metoduna da sirayet etmiştir. Bundan dolayı önceki tarihçilerin ve felsefecilerin ne demiş oldukları, onun kimlere ve neye itiraz ettiğinin bilinmesi kendi yönteminin de hangi temeller üzerine inşa edildiğini bizlere verecektir. Çünkü gerek din gerekse felsefe alanında katedilen mesafe ve bu alandaki belli başlı bazı tavır alışlar onun çalışmalarını bu tartışmaların doğal bir sonucu, devamı ve sentezi konumuna oturtmaktadır (Arslan, 2009, s. 199).

İbn Haldun tarihçi kimliğiyle İslam’ın geleneksel tarih anlayışını sürdürdüğü ve hatta bunun en yetkin örneklerinden birini sergilediği söylenebilir. Bununla birlikte onun geleneksel tarihçilerden ayrıldığı nokta, öncelikli sorun olarak siyasal ve toplumsal olayların altında yatan yasaların ne olduğu araştırması ve tarihin bu yasalara göre yazılması gerektiğini ileri sürmesidir (Yıldız, 2010, s. 35). Dolayısıyla İbn Haldun’un tarihçi kimliği daha çok vahiy üzerine inşa edilen ve nakil sırasında ortaya çıkan problemlerin çözümü üzerine odaklanmak istemektedir. Hadis yazıcılığı içerisindeki adına rical denilen ravilerin biyografilerinin incelendiği ve yine adına cerh ve tadil denilen nakilde bulunan kişilerin tenkidini içeren yöntemlerin haberin doğruluğunun ortaya çıkarılmasındaki yetersiz sistemini revize etme amacını gütmektedir.[1]

İbn Haldun dönemindeki felsefe ise bizim bugünkü modern anlamıyla anladığımız ya da Antik Yunan’daki anlamıyla bir felsefeye işaret etmiyordu. Felsefeden kastedilen şey daha çok peygamberin vefatından sonra İslamın çok hızlı bir şekilde yayılıp geniş bir coğrafyada farklı insanlarla etkileşime girmesi sonucu ortaya çıkan yeni durumların değerlendirilmesini içeriyordu. İnsanların kendi inançlarının ya da düşünce sistemlerinin İslam dini içine girmesi, birbirinden farklı kültürlerin çatışmasından kaynaklı olarak çeşitli tanrı tasavvurları ve onların İslam’ın tanrısıyla olan ilişkisi, özellikle Antik Yunan’dan yapılan kitap tercümelerinden kaynaklı olarak zengin bir felsefi mirasın ortaya çıkardığı bilgi birikiminin İslamla ya da vahiyle birleştirilmeye çalışılması, doğru bilgiye ulaşabilmek için en geçerli yolun ne olduğu gibi meseleleri içermekteydi.

İslam dininde vahiy ve aklın tarih ile olan ilişkisinde İbn Haldun’un almış olduğu pozisyon geçmişten farklı bir noktayı temsil ediyordu. O halde geçmişte vahiy ile akıl arasındaki ilişkinin seyrine bakarak alınan bu pozisyonu daha rahat kavrayabiliriz. Arslan, (2009, s. 206) İslam tarihi içinde vahiy ve akıl ilişkisi bağlamındaki ilk felsefi kırılmanın kelam hareketi içerisindeki Mu’tezile[2] ile başladığını söylemektedir:

Mu’tezile, peygamber ve sahabenin sünnetlerinde haber verilmemiş hiçbir uygulamayı kabul etmemek gerektiğini, “Nakl”den, “Sam’iyyat”dan ayrılmamak gerektiğini ileri süren Hâdis ehline (Ahl al-Hâdis) karşı, insanın doğal olarak sahip olduğu düşünme ve akıl yetisinin İslâmî dogmalara uygulanmasının mümkün ve gerekli olduğunu savunmuşlardır.

Bu hareket Eş’arî[3] kelamcıları tarafından bazı özel noktalarda İslam öğretilerine karşı sonuçlar doğurduğu için ciddi tenkitlere uğramıştır. Onlar Tanrı’ya belli bir cisim atfeden, onun adilliğini sorgulayan, Tanrı’nın yaptığı her işin mutlak cihette akla uygun olmak zorunda olduğunu varsayan Mu’tezile hareketini Tanrı’nın irade ve kudretini sınırladığı gibi gerekçelerle eleştirir. İbn Haldun’un ilimler sınıflamasında yaptığı nakli ve akli ilimler ayrımının kökenini burada aramak gerekmektedir.

İbn Haldun eserinde kelâm ilminin incelenmesine ayırdığı bölümde Mu’tezilenin akla yaptığı vurgunun karşısında Eş’arî’nin yaptığı savunmanında bir akli delil olduğunu, bu akli delillerin ise dini akidelere muhalif düşen şeylerin yine akıl kullanılarak müdafaa edilmesi olduğunu dolayısıyla felasife adıyla değerlendirilemeyeceğini belirtir (Haldun, 2005, s. 820-849). Yani kelâm ilmi yöntem olarak her ne kadar akıl yürütmelerle ilgili olsa da sonraki felasifecilerin kelamla felsefeyi birbirine karıştırdığını düşünmektedir. Felasife, Abbâsiler zamanında yoğunlaşan çeviri faaliyetleriyle[4] antik çağın felsefi ve bilimsel mirası üzerine Mu’tezile mirası eklenerek ortaya çıkan akımı tarif eder.

Bu akım Tanrı, insan ve doğanın birbiriyle olan ilişkisi üzerine etik, siyaset ve bilgi teorilerinin olduğu bir sistem inşa etmeyi amaçlamıştır. Kindî ile başlayan Fârâbi ve İbn Sînâ ile devam eden ve İbn Rüşd’le kâmil noktasına ulaşan bu düşünceler tabii şekilde vahiyle olan ilişkisi noktasında sorunlar ortaya çıkarmıştır. Gâzâli tarafından felasifecilere oldukça sert eleştiriler gelmiştir (Arslan, 2009, s. 229):

Gâzâli, bu belli bir felsefi sistem veya sistemlerin ve onların belli başlı tezlerinin, İslâm öğretisi ile büyük ölçüde bir karşıtlık durumu içinde bulunduğunu düşünerek, onları mahkum etmeye çalışacaktır. Ancak bununla da kalmayacak, Eş’ari’nin Mu’tezile’ye yapmış olduğu temel eleştiriye geri dönerek, tanrısal işler üzerine uygulanmaya çalışılacak herhangi bir felsefi-akli düşüncenin sonunda herhangi bir ciddi başarıya erişemeyeceğini göstermeye çalışacaktır.

Gâzâli, filozofların oluşturdukları sistemlerini onların kendi yöntemlerini kullanarak eleştirmiş yani belli bir akılcılığı kullanarak aklın vahiyle olan ilişkisinde aklın akıldışılığını göstermeye çalışmıştır. Gâzali’den sonraki gelen ilim adamlarının genel olarak Gâzâli çizgisini takip ettiği söylenebilir. İbn Haldun’dan önceki belli başlı din ve felsefe yaklaşımlarını bu şekilde özetleyebiliriz. Bununla beraber İbn Haldun doğrudan felsefe ve din ile ilgilenmemiştir ancak kendi döneminde yapılan tartışmaları bilmektedir.  Aslen bir tarihçi, kültür teorisyeni ve devlet adamı olmakla beraber İbn Haldun kendisini, yeni bir ilim olan umran ilminin kurucusu olarak görmektedir (Haldun, 1977, s. 129).

O bu ilimle kendisine kadar ki geleneksel Müslüman tarih yazarlığını eleştirerek tarihi yeni bir zemin üzerinde ve yeni bir takım ilkelere dayanarak yeniden tesis etmek istediği bu yeni zemin ve ilkeleri ise felsefede bulduğunu, tarihi ise felsefi bir bilim olarak kurmak istediğini söyleyebiliriz (Arslan, 2009, s. 318). Bu bağlamda akli ve nakli bilimlerin kaynaklarını ve konularını ayırmış her ikisinin ne olduğu böylece ortaya çıkınca onlar arasındaki ilişkilerin de ne şekilde olabileceği, nasıl olması gerektiği gayet açık bir tarzda kendini göstermiştir (2009).

Önceki tarihçiler kişinin doğruluğundan haberin doğruluğuna geçmişlerdir. Ancak İbn Haldun öncelikle tarihsel olayın kendi bakımından mümkün olup olmadığının kişinin güvenirliliğinden daha önemli olduğunu belirtir. Umran ilmi, tarihsel bir haberin doğruluğunu veya yanlışlığını tespit etmek için neyin zorunlu, mümkün ya da imkansız olduğunu tespit edebilecek bilgiyi üretecek böylece bu bilgiyle olaylar arasında neden sonuç ilişkisi kurularak bir öngörü imkanı sağlanacaktır. O halde İbn Haldun umran ilminde neden sonuç ilişkisinden bahsederek geçmiş tarih yazıcılığı gibi gerçekliğin bir taşıyıcılığını yapmamakta, akıl ve mantık ile toplumsal hayatı açıklamaya çalışmakta dolayısıyla tanrısal müdahalelere ve lider hükümdarlara mümkün olduğu kadar az pay biçmektedir.

Bu yönüyle Politik liderleri ve kahramanları zamanın şartlarının ortaya çıkardığını savunmaya çalışır. Ayrıca coğrafyanın ve ekonomik ilişkilerle ortaya çıkan örgütlenme biçimlerinin kişilerin karakterlerine etki yaptığını öne sürerek bunların umranın tabiatını şekillendirdiğini ve dönüştürdüğünü savunur. Dolayısıyla onun teorisi vahiy temeli olmayan dinleri ve toplumları da içerdiği söylenebilir. Tüm bu yönleriyle İbn Haldun, ne yoğun bir şekilde maddi nedensel açıklamalara ve ekonomiye önem verdiği için Marx’a, ne otorite tiplerini zamanın şartlarının belirlediğini söyleyerek Weber’e ne de toplumsal dayanışma biçimleri arasında ayrım yaparak yine klasik kuramcılardan olan Durkheim’a benzemektedir. O bunların karşısında mümtaz bir şahsiyet olarak onların adeta öncülü konumunda tarih sahnesinde durmaktadır.



[1] Rical, cerh ve tadil yöntemleri hakkında detaylı bilgi için bknz. (Eren, 2000).
[2] Mu’tezile mezhebinin 8. yüzyılın başlarında, büyük günah işleyen bir kişi hakkında Hâricîlerle Mürcie’nin ileri sürdüğü görüşlere karşı Vâsıl b. Atâ ve Amr b. Ubeyd’in farklı bir teori ortaya koymalarıyla Basra’da zuhur ettiğini söylemek mümkündür.
Bknz. https://islamansiklopedisi.org.tr/mutezile (7.01.2020) tarihinde erişildi.
[3] Mu’tezile mensuplarının nakli ihmal edip itidal çizgisini aşan akılcı bir metot takip etmeleri, Abbâsilerin nüfuzundan faydalanarak inanç ve düşünce özgürlüğünü engellemeye çalışmaları, halkın sevip saydığı Ahmet b. Hanbel gibi âlimlere eziyet etmeleri 9. yüzyılın başlarında köklü Sünni kelâm mekteplerinin doğmasına zemin hazırlamış ve Eş’arî’nin kurduğu mezhep de bunlardan birini teşkil etmiştir. Bknz. https://islamansiklopedisi.org.tr/esariyye (07.01.2020) tarihinde erişildi.
[4] İslam coğrafyasının genişlemesiyle Müslümanların Helenistik, İran, Hint ve diğer kültürlerle teması sonucu uyanan ilgi ve merakı dindirmek ve kültürel temeaslar sonucu ortaya çıkan sürtüşmeleri dindirmek için farklı kültürlerin eserlerini tercüme faaliyeti zorunlu oldu. Beyt’ül Hikme bu ihtiyacı gidermek için kurulmuştur.
bknz. https://islamansiklopedisi.org.tr/beytulhikme (07.01.2020) tarihinde erişildi.


3-) İbn Haldun’un Umran Teorisi ve Kültür Hakkındaki Görüşleri

İbn Haldun’un umran teorisi aslında bir medeniyet teorisidir. Onun eserinde medeniyet kavramını hiç kullanmamış olmakla beraber umran, millet, asabiyet, içtima, hadarilik ve bedevilik kavramlarından hareketle medeniyet kavramına ulaşmamız mümkündür. İnsanın toplum halinde yaşaması ve sonrasında bu topluluğun medeniyete evrilmesi kaçınılmazdır. Çünkü insanlar zorunlu olarak bir arada yaşarlar ve zamanla şartlar iyileşerek refah düzeyine ulaşırlar. Böylece şehirler yükselir ve medeniyetin gelişmesine ortam hazırlanır (Rashıdı, 2009, s. 49).

İbn Haldun insanın doğal olarak toplum halinde yaşamalarının zorunlu olduğunu söyler. Bunun iki nedeni vardır. İlki insanın kendi yaşamını sürdürmek için gerekli gıdayı sağlayamaması, ikincisi ise hemcinsleri arasındaki dayanışma olmadan yırtıcı hayvanlardan kendini koruyamayacak olmasıdır. Bu iki unsur insanları bir araya getirdiğinde bu sefer insanları birbirinden koruyacak üçüncü bir unsur gerekmektedir. Çünkü İbn Haldun insan doğasına atıfla birbirlerine zarar vereceklerini söylemektedir. O halde bu üçüncü unsur egemenliktir, egemenlik sahibi olan ise mülk sahibi olan kişidir (Haldun, 1977, s. 142).

O halde umranın ortaya çıkması için insanların bir araya gelmesi ve aralarında mülk ve egemenlik ilişkileri kurulması şarttır. Ancak bu şartlar sağlandıktan sonra insanlar bir umran içerisinde yaşarlar. İbn Haldun umranı bedevi[1] ve hazari[2] diye ikiye ayırmaktadır. Bu umranlar arasındaki geçişin itici gücünü ise asabiyet[3] sağlamaktadır. Asabiyet kavramını açıklamak kolay değildir. Çünkü müellifin kendisi bile bu kavrama farklı farklı anlamlar vermektedir.

İbn Haldun tabi olarak peygamberin asabiyeti yasakladığının farkındadır ve kendisine yöneltilecek eleştirileri bilmektedir ve bu yüzden din ile asabiyeti uzlaştırma çabasına girmiştir (Demircioğlu, 2015, s. 227).  İbn Haldun bu kavram ile birlik ruhuna dayalı kuvveti kastetmiştir. Bundan dolayı asabiyet hem dayanışmayı hem de güç sahibi olmayı içerir. Her türlü sınıf ve grup bilincinden tutun ulusal ve toplumsal bilince kadar “eyleme dönüşmüş birlik ruhu” denilebilecek her kavramın altında asabiyet yatar. Yani İbn Haldun bu kavrama çağdaş sosyolojinin vermediği bir anlamı, “eyleme dönüşme” özelliğini verebilmemize yol açabilecek bir anlayışa sahiptir (Kongar, 1995, s. 66-67).

Asabiyet kelime anlamı olarak ilk nesep bağına atıf yapsa da İbn Haldun’un kullanımından sonra yalnızca kan bağı ile değil uzun süreli beraber yaşamalarda da ortaya çıkan bir tür grup bilinci[4] anlamını kazanmıştır. Asabiye’nin bir başka özelliği ise egemenliğin ve mülkün sahibini belirlemesidir. Toplum içinde kimin asabiyesi en güçlü ise egemenliğe ve mülke o sahip olur. Diğer bir deyişle İbn Haldun için asabiye, bir insan grubunun başka bir insan grubu üzerinde egemenliğini kurması ve giderek devletin oluşturulması olayının temelinde bulunan tek unsur yani siyasi faktörün ana yaratıcı unsuru olduğunu söyleyebiliriz (Arslan, 2009, s. 100).

İbn Haldun’un peygamberlik teorisi de bu görüşlerinden etkilenmiştir. Ona göre peygamberler toplum içerisinde mülke sahip olan kişilerdir ve onlar toplum içerisinde egemenliğe de sahiptirler. Ayrıca peygamberler toplum içerisinde güçlü asabiyeye sahip kişilerdir. Ancak bu noktada peygamberlik için bu şartların oluşması zorunlu değildir. İbn Haldun açısından filozofların öne sürdüğü şeyler akla başvurarak peygamberliğin zorunlu bir şey olduğunu kanıtlama çabasından başka bir şey değildir. Fakat kendisi bu görüşte değildir. İnsanın bir arada yaşamasının hatta devlet kurmasının Tanrı’dan din ve kitap getirmeden de mümkün olacağını söyler. Bu bağlamda o dinin ve peygamberin umranı zorunlu kılmadığını, umranın ise dini ve peygamberliği zorunlu değil ancak mümkün kıldığını ifade etmektedir.

Bedevi umrandan hazari umrana geçiş İbn Haldun için zorunlu bir süreçtir. Birtakım bedevi kabileler diğerleri arasında sivrilerek ve onların bir kısmını da itaat altına alıp güçlenir (Yıldırım, 1990, s. 60). Sonrasında güçlenerek devletleşir ve bu aşamada yıkılma sürecinde olan başka devletlere de saldırarak onları yıkar ve yerine geçer. Bu süreç asabiyenin zayıflamasına ve belli dinamiklere bağlı olarak devletin çözülmesine ve yıkılmasına kadar gider. Sonra tekrar başka devletler birbirinin yerine ikame olur. Bu süreç döngüsel bir şekilde sürer gider.

İbn Haldun asabiyeyi ilk olarak bedevi umran seviyesindeki toplumlarda ortaya çıkan bir mefhum olarak görür ve bu bağlamda oluşan toplumsal örgütlenmenin de grubun dıştan gelecek tehlikelere karşı kendisini korumasının ilkesi olarak ele almaktadır. Burada karşımıza “korunmaya dönük” bir asabiye çıkarken itaat edilen bir mülk sahibi yoktur. Bu devrenin üstünde yarı göçebe topluluklarda cemaat olgusunun yerleşmeye başladığı ve itaat edilmesi gereken bir mülk sahibi belirir. Burada asabiye hem “korunmaya dönük” hem de lidere itaat olduğu için “saldırıya dönük”tür. Bu saldırıya dönüklük asabiyenin kendisinden değil sözü edilen grup içindeki insanların değişiminden kaynaklanır.[5] Yeterince güçlü olduğuna kanaat getiren grup başkalarına saldırarak onlarında mülklerini ele geçirmeye çalışacaktır. Fakat kendisinden daha güçlü ve parlak bir asabiyeye sahip grupla karşılaşırsa ona tabi olmaktadır. Eğer tabi olduğu devlet ya da grubun onlara sağladığı nimet ve ihsanlara dalarsa asabiyesi zayıflar ve devlet kurabilme şansını kaybeder (Yıldırım, 1990, s. 60).

Bedevi umran yaşamını toparlayacak olursak 3 başlık altında toplayabiliriz. ilk olarak savunmaya dönük asabiyenin olduğu anarşik(favza)[6] devre, kabile reisine itimatın olduğu ve mülkün yeni yeni ortaya çıkmaya başladığı riyaset[7] evresi ve son olarak oldukça uzun süren mülk devresidir. Mülk aşaması İbn Haldun’a göre şehir kurmaya yani hazari umrana geçişi zorunlu kılar. İbn Haldun şehir umranını ve onda ortaya çıkan her şeyi devletin bir eseri olarak, devleti şehir umranının bir formu olarak görme eğiliminde yani devletin kaynağının şehirlileşme değil, şehirlileşmenin kaynağının devlet olduğunu düşünmektedir (Arslan, 2009, s. 111).

İbn Haldun’da devletin kaynağını aydınlanma dönemi düşünürlerinin öne sürdüğü gibi anayasaya veya toplum sözleşmesine dayalı bir devlet değil, doğal süreçlerin eşlik ettiği mülk ilişkileri ve hükümdarın onu elde tutmasının yolları olan mali ve askeri düzenlemelere dayalı bir güç devleti oluşturur. Yani kudretin(kahr)[8] kaynağı kuvvettir. Bu kudret ise zamanla çözülme sürecine gider ve devlet başka bir devletin galabe gelmesinden dolayı yıkılır. İbn Haldun bir devletin ortaya çıkması, gelişmesi ve çökmesini 5 dönemde ele alır. Bunlar zafer, istibdat, refah, barış ve israftır. İbn Haldun (2005, s. 399-401) bunları sırasıyla şöyle tarif eder:

İlk evrede zafere ulaşma, mülkü istila etme ve onu önceki devletten alma gerçekleşir. Devleti yöneten şan kazanma, vergi toplama ve ülkeyi savunma konusunda halkına örnek teşkil eder ve halkıyla hareket eder. Asabiyet ise hala devam etmektedir.

İkinci aşamada devlet sahibi idareyi ele alır, kendine taraftar olan adamlar toplamaya ve bunları artırmaya önem verir. Önceki tavırda mülk yabancılara karşı savunulmuştu. Verdikleri mücadelede asabiyet sahipleri ona arka çıkmışlardı. Şimdi kendisi hâkimiyet hususunda yakınlarına karşı mücadele vermekte ve desteksiz olmanın zorluklarıyla karşı karşıya kalmaktadır.

Refah aşamasında ise artık insan tabiatının meylettiği servete ve şöhrete kavuşulmuştur. Bu yüzden yönetici gücünü vergi toplamaya, servet edinmeye, binalar, şehirler, yüksek heykeller ve sanat eserleri inşa etmeye sarf eder, bol ihsanda bulunur. Devletin sahibi tek başına karar verdiği için bu tavır istibdatın da sonudur.

Bu tavırda bulunan devlet sahibi, öncekilerin tesis ettiği şeye kanaat eder, diğer hükümdarlarla sulh içinde yaşar. Bu yolda, kendinden önce gelmiş ve geçmiş olan seleflerini taklit eder. Aksi takdirde hükümranlıklarının fesada uğrayacağını, o zevatın bu hususta daha basiretli oldukları görüşünü taşır.

Bu tavır, israf safhasıdır. Hükümdar, zevkleri yolunda düşük karakterli arkadaşlar ve çevresinde toplanan dalkavuklar için evvelkilerin topladığı serveti telef eder. Büyük ve önemli işlere bunları getirir. Hükümdar önemli taraftarların, büyük yardımcıların ve baba dostlarının gönüllerini kırar, onları kendine kin besleyen ve yardıma muhtaç olduğu zaman desteğini çeken kişiler haline getirir. Devletin ihtiyacına ayrılan parayı kendi arzularına harcar.  Böylece seleflerinin tesis ettiğini tahrip etmiş olur.  Bu tavırda devlette ihtiyarlık tabiatı hâsıl olur. Kolay kolay kurtulamayacağı ve çökene kadar şifa bulamayacağı müzmin bir hastalık devleti kaplar.

İbn Haldun devlet, mülk ve asabiye arasında sıkı bir ilişki kurar. Dolayısıyla az önce zikredilen aşamalar asabiyenin çözülmesi sonucu mülkün el değiştirerek devletin yıkılma sürecini tarif etmiş oldu. İbn Haldun’un çizmiş olduğu bu tabloda gücün gitgide merkezileşerek umran içinde bir kültürel değişmeyi başlatarak yeni ihtiyaçlar doğurduğu, bu ihtiyaçları karşılamak için devletin daha da genişlemesi veya yeni gelir kalemleri oluşturması gerekmektedir. Fakat bir müddet sonra refahtan barış safhasına geçildiğinde devletin iktisadi kapasitesi, askeri kapasitesi ve yönetme kapasitesiyle kültürel ihtiyaçların gelişme ivmesi arasındaki mesafe açılmaktadır.

Kültürel ihtiyaçlar derken İbn Haldun, aslında ikliminde etki ettiği bolluk ve kıtlık zamanlarında umran içindeki insanlarda meydana gelen halleri kasteder (Haldun, 2005, s. 266-275). Uygarlığın(hazeri umran) insan değerlerini yozlaştırdığı, kişinin erdem ve ahlakını bozduğu görüşündedir. Bedevi umran seviyesindeki insanlar kanaatkar, mütevazı, basit hayat süren insanlar iken şehir hayatına geçtiklerinde daha maddiyatçı, daha talepkar olmaya başlamaktadırlar. Şehir hayatındaki ekonomik gelişmeler, insanların iştah ve arzularını gitgide kabartarak onların zevklerine esir hale gelmelerini, rahatlık ve konfor içine gömülmelerine neden olmaktadır.

Bundan dolayı ortaya çıkan yeni sosyal ve kültürel ihtiyaçlar gelişmeye devam ederken onları destekleyecek vergi tabanı tam tersine ya sabit durmakta ya da gerilemektedir. Eğer kültürel ihtiyaçları destekleyecek bir askeri kapasite yok ise devlet toplumsal hayata özellikle de ekonomiye müdahale etmeye başlayarak daha fazla vergi koymakta ancak bu vergiler gelirleri artırmaktan çok halkın vergi kaçırmasını tetikleyerek vergi kalemlerinde bir azalmaya sebep olmaktadır. Çünkü İbn Haldun’a göre ekonomik olaylarında diğer toplumsal olaylar gibi kendine has bazı kanunları vardır. Dolayısıyla toplumsal yapı da meydana gelebilecek ekonomik bir sorun devletin ve toplumsal yapının yıkılmasına sebep olacaktır. O halde yıkılma sürecine asabiyenin zayıflamasına ek olarak ekonomi ve ahlaktaki bozulmaları da ekleyebiliriz (Canbaz, 2017, s. 22).


[1] İnsanların toplu halde yaşamaları zorunlu olunca oluşturdukları ilk toplum modeli bedevilik olmuştur. En alt aşama deve yetiştiriciliği ile uğraşan ve çöl iklimine uygun bir hayat benimseyen bedevi arap kabileleri, orta aşama olarak koyun, sığır yetiştiriciliği ile yayla hayatı yaşayan Türk ve Berberi kavimler, üçüncü olarak ise köy ve kasabalarda tahıl tarımı ile geçinen yerleşik hayata geçmiş insanlardan mürekkep bir zümreyi temsil eder. Bedevi umran, hazari umrana göre daha basit daha ilkel bir yaşam tarzını belirtmektedir.
[2] Bazı yerlerde Hadari diye geçer. Bu umran aşamasını da üç gruba ayırabiliriz. İlk olarak gitgide kalabalıklaşan ve iş bölümünün başladığı ilk evre, mülkün henüz tam olarak elde toplanmadığı ikinci evre ve siyasi egemenliğin mutlak olduğu yani devletin olduğu son evre.
[3] Asabiyet, “asabe” kökünden türemiştir. “Asabe” aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğu ifade etmektedir. Bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna da “asabiyet” denilmektedir.
Bknz. https://islamansiklopedisi.org.tr/asabiyet (07.01.2020) tarihinde erişildi.
[4] Yazarın kendi vurgusu.
[5] İbn Haldun bu değişimi insanın saldırıya aç ve hayvani yönüne vurgu yaparak açıklar. Bundan sonra ise belli bir makama ulaşan asabiyet sahibinin artık geri döndürülemez bir sürece girdiğini bunun ise nefis için matlub ve makbul olduğunu söyler. Devlet kurmanın ise asabiyetin gayesi olduğunu söyler (Haldun, 2005, s. 451-454).
[6] Parantez içi İbn Haldun’un kendi ifadesi.
[7] Bknz. (Haldun, 2005, s. 350).
[8] Patentez içi İbn Haldun’un kendi ifadesi.


Sonuç

İbn Haldun küçük yaşlardan itibaren aldığı sıkı eğitim ve siyasette fiili görevler üstlenmesi onun çok yönlü çalışmalarda bulunabilmesinde etkili olmuştur. Kendi çağının bilginlerine kıyasla çok fazla seyahat etmesi farklı toplumlarla etkileşime girmesine neden olmuş ve yıllar içinde onları birbirleriyle karşılaştırabilme imkanını kendisine sunmuştur.

Tarihçi kimliğiyle öne çıksa da felsefe ve İslami ilimlerle ilgilenmesi onun tarih yazımı içerisinde var olan bir takım problemleri tespit edebilmesine olanak sağlamıştır. Ona göre kendisine kadar gelen tarih yazıcılığı sadece haberi duyanların birbirlerinden yaptığı nakillerden ve bu kişilerin tenkidinden ibaret kalmıştır. Ancak o olayların kendisi bakımından mümkün olup olmadığını sorgulamış ve olaylar arasında bir nedensellik bulma çabası içerisine girmiştir. Onun bu tavrı kendisinin determinist olduğu hakkında yorumlar yapılmasına neden olmuştur.

İbn Haldun’u asıl ünlü kılan onun tarih hakkındaki düşünceleri değil medeniyet hakkındaki düşünceleridir. Toplumun ağır süreçlerle de olsa değişerek ilk bulunduğu halden farklı bir hale büründüğü ve bu halin insanın doğasını bile değiştirdiğini ifade etmiştir. Ona göre insanlar zorunlu hallerden dolayı bir arada bulunurlar. Ancak zamanla bir arada bulunan gruplar kendi içerisinde bir egemenlik ve mülk ilişkileri kurarlar. Bu ilişkilerin idaresi için bir yönetim sistemine ihtiyaç duyulur ve devlet böylece ortaya çıkar. Tabi olarak devlet bazı ilkel aşamalardan geçmek zorundadır. İbn Haldun bu aşamaları öncelikle bedevi sonra hazari olarak isimlendirmiştir. Medeniyetin kendisinde vücut bulduğu kamil aşama hazari aşamadır. Bu aşama aslında şehir hayatını temsil eden bir aşamadır.

İbn Haldun bedevi umrandan hazari umrana geçiş için asabiyet adını verdiği bir takım tinsel denilebilecek açıklamalara başvurmuştur. Grup içindeki mülk ve egemenlik ilişkilerini bu asabiyet bağı düzenler. Buna göre bir toplum içerisinde eğer asabiyet bağı güçlü ise o grup devlete yani umrana sahip olur. Ancak asabiyenin, ekonominin ve bir takım süreçlerin çözülmesiyle umran yok olur ve yerini daha güçlü asabiyeye sahip bir umran alır. İbn Haldun’a göre bu süreç döngüsel bir şekilde sonsuza kadar devam edip gider. Kendi döneminde Batı İslam Uygarlığı’nın çözülmesi artık asabiyenin de çözülmesini ifade etmekteyken yerine gelen yeni uygarlıkların örgütlenmesi onun teorisini doğrular nitelikte olaylar olmuştur.

Günümüzde benimsenen kültürel görelilik teorileri İbn Haldun’un nazarında pek bir anlam ifade etmiyor gibi durmaktadır. Ancak onun bedevi umranı tarif ederken cesur, ciddi insanlar olarak betimlemesi, hazeri umranı daha tercih edilebilir olduğunu ifade etse de onların sahip olduğu ahlaki özellikleri yermesi; bir tür aşağı kültür ya da yukarı kültür sınıflandırmasını da tam olarak karşılık gelmemektedir.


KAYNAKÇA

Arslan, A. (2009). İbni Haldun. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Canbaz, M. (2017). İbn Haldun’un Düşüncesinde Toplumsal/Siyasal Yapının Anlaşılmasında Bütünlük İlkesi. (Yüksek Lisans Tezi). Artuklu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Mardin.

Demircioğlu, A. (2015). İbn Haldun’un İnsan Düşüncesi ve Medeniyet Algısı. Ankara: Gece Kitaplığı.

Eren, M. (2000). Hadis İlminde Rical Bilgisi ve İlk Kaynakları I. Dini Araştırmalar Dergisi, 2(6), 133-162.

Haldun,  İ.  (1977). Mukaddime (T. Dursun, çev.). (Cilt 1). Ankara: Onur yayıncılık. (“t.y.”).

Haldun,  İ. (2004).  Mukaddime (H. Kendir çev.). (Cilt 1).  İstanbul: Yeni Şafak Yayınları. (“t.y.”).

Haldun, İ. (2005). Mukaddime (S. Uludağ çev.). (Cilt 1-2) . İstanbul: Dergah Yayınları. (“t.y.”).

Kayapınar, A. (2006). İbn Haldun’un Asabiyet Kavramı: Siyaset Teorisinde Yeni Bir Açılım. İslam Araştırmaları Dergisi, 15, 83-114.

Kongar, E. (1995). Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Rashıdı, B. T. (2009). Medeniyetler Sosyolojisinde İbn Haldun’un Yeri ve Önemi. (Yüksek Lisans Tezi). Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.

Toynbee, A. J. (1956). Study of History. (Cilt 3). (Seventh Impression) London: Oxford University Press.

Yıldırım, Y. (1990). İbn’i Haldun’un Metodu ve Umran Teorisi. (Yüksek Lisans Tezi). Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.

Yıldız, M. (2010). İbn Haldun’un Tarihselci Devlet Kuramı. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 10, 25-55.

www.islamansiklopedisi.org.tr