23 Ekim 2016

Hz. Ayşe'nin Evlilik Yaşı Tartışmalarına Son Nokta


Artık çevremizde sık sık peygamberimizin yaptığı bu evliliğin farklı yönlerden eleştirildiğine tanık olmaktayız. Günümüzde söz konusu meseleyi, geçmişte vuku bulmuş olmasına rağmen o devrin şartlarını dikkate almayan ve İslâm'ı da "dışarı" dan inceleme konusu yapanlar gündeme getirmekte ve meseleyi kendi bakış açılarından değerlendirip eleştirmektedirler.

İslâm Dünyası'da bu eleştirilere cevap vermeye çalışırken farklı görüşlerden dolayı ortak bir zeminde buluşamamaktadır. Bir kısmı, meseleyi olduğu gibi kabul etmenin gerekliliği hususunda ısrar ederken diğer bir kısmı, evlendiği dönemde Hz. Ayşe(r.a)'nin, daha olgun bir yaşta olduğunu ifade etmektedir. Karşılıklı tepkilerin ağırlığını hissettirdiği bu tartışmalar esnasında, her zaman dengenin korunamadığı; tepkilere cevap teşkil etsin denilirken söz konusu rivâyetlerin yok sayıldığı veya bu tavra tepki olarak diğer alternatifleri görmezden gelme yanlışlığına düşüldüğü de bir gerçektir.

Rasulullah(s.a.v) ile evliliği konusunda Hz. Ayşe'nin naklettiği bir hadiste: Rasulullah ile 6 yaşında nişanlandığı, 9 yaşında evlendiği ifade ediliyor. Bu sebeple de samimi müslümanlar "Acaba bu kadar küçük yaşta mı evlendi?" sualini, kendi kendilerine sormadan edemiyorlar. Birazcık lafını sözünü esirgemeyen gayrimüslimlerde bu yaşta olması muhtemel evliliği eleştiri konusu yapıyorlar. Bizzat Hz. Ayşe tarafından rivayet edilen bu hadis-i şerifin yanında yine kendisinin rivâyet ettiği ve bu rivayetini destekleyen başka hadis-i şerifler de vardır. Fakat evlendiğinde daha olgun olduğunu söyleyen hâdislere dayanan deliller de vardır. Peki bu durumda ne yapacağız, kime inanacağız? Ne kadar üzerinde çalışılırsa çalışılsın en nihayetinde bu konu kesin olarak sonuca erdirilemeyecek bir konudur. Çünkü hiçbirimiz tarihte geriye gidip bu olayı gözlemleyemeyeceğiz. Bizde bu noktada yapılması gerekli olan en doğru şeyi yani farklı farklı açılardan hareket edip bu olayı yorumlamaya(tevil etmeye) çalışacağız. Bu makale boyunca bu konu üzerinde durulacaktır.

Konu daha iyi anlaşılsın diye bu makale 4 bölüme ayrılmıştır. İlk bölümde Erken evlilik meselesine sosyolojik bir bakış sergilenecektir. İkinci bölümde ise İslâm'ın evliliğe bakışı ile ilgili konumuz hakkında gerekli bilgiler verilecektir. Çünkü bu olayın yanlış anlaşılmasının temelinde yatan yegane sebebin "Neyin İslam'ın ölçüleri içinde neyin ölçüleri dışında olup olmadığı"nın belirlenmesi olduğu kanaatindeyim. Bunu ise sözü fazla uzatmamaya ve olabildiğince tartışmalardan kaçınarak yapmaya çalışacağım. Üçüncü bölümde Hz. Ayşe'nin daha olgun bir çağdayken evlendiğini gösteren kanıtlar sunulacak, son bölümde ise Konunun kısa bir değerlendirmesini ve sonucunu paylaşacağım.


1.) Söz konusu olay günümüzden yaklaşık 1400 sene önce meydana gelmiştir. Günümüzde bile sadece aralarında bir kaç km mesafe olan herhangi bir yörede garipsenen bir olay farklı bir yörede örflere uygun olarak görülebiliyorken bu olay üzerinde konuşmadan önce daha dikkatli olmamız gerekmez mi? Öncelikle şu noktayı vurgulamamam gerekli; bu makalede ki amacım bugünün evlilik anlayışıyla geçmiş zamanlarda ki evlilik anlayışını karşılaştırarak doğru olanı bulmak değildir. Burda ki asıl amaç geçmişte ki evlilik yaşlarının günümüzde ki evlilik yaşlarına ve günümüz ölçütlerine uymuyor diye sapkınlık olarak nitelendirilmemesi gerektiğini göstermektir. Zira böyle yapılmazsa 1400 sene önceye gitmeyede gerek yoktur. Birkaç kuşak öncemizin evlilik yaşlarına bakarsak tablo göz önüne çıkacaktır. Bu noktada benimsediğim yöntemi kullanmazsak o zaman geçmişte ki insanların hepsinide sapkın olarak nitelendirmemiz zorunlu olur. Yani göz önünde bulundurulması gereken durum; Tarihte evlenen tüm insanların kendi çağdaşlarına uymakta olduklarıdır. Bilindiği üzere herkes, kendi yaşadığı devrin çocuğudur ve arkadan gelen nesiller tarafından da, o devrin sahip olduğu kültür esas alınarak değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır. Bu şekilde davranmak sosyal bilimler yönteminin dikkat ettiği önemli bir husustur. Eğer böyle yapmazsak tarihte meydana gelmiş olay her ne olursa olsun adına, "anakronizma" denilen yanlışa düşülmüş olur. Bu sebeple günümüzün şekillendirdiği toplumun şartları ile geçmiş bir dönemde yaşamış herhangi bir toplumu yargılamak yanlış bir düşüncedir. Buradan hareketle düşünürsek; O dönemin şartları ve kültürel koşulları içinde ahlaki olarak normal kabul edilen ve son derece doğal olarak algılanan "Kız çocuklarının küçük yaşta evlenebilmesi" gibi bir olgunun; bugünün modern dünyasında, rasyonel aklın hükmettiği ve kültürel değerlerin ona göre şekillendiği bir dünyada anormal olarak kabul edilmesi ve eleştirilmesi, dini ölçüler bir yana bırakılacak olursa bile, hakkaniyetli bir tarihçinin, sosyoloğun yahut antropoloğun bile makul bulmayacağı bir durumdur.

Erken yaşta evlilik tarih boyunca hep olagelmiştir. Örneklerini Çin, İrlanda, Japonya, Antik Roma, İngiltere, Güney Amerika, Hindistan gibi dünyanın çeşitli yerlerinde(Belkide her tarafında) görebiliriz. Mesela Hindistan topraklarını İngilizler işgal ettiğinde birden atalarının ve geleneklerinin tırnak içinde "bir anda sapkın" olduğunu öğrenen hintli bir yazar olan Raj Coomar ROY batılılara bu anlayışlarının yanlış olduğunu anlattığı yazısında oldukça önemli bir gerçeğe dikkat çekmektedir: "Üç bin yıl oldukça uzun bir perioddur. Fakat bütün bu yıllar boyunca erken yaşta evlilik kurumuna tepki oluşturacak hiçbir büyük kötülük ortaya çıkmamıştır. Belki de bir parça, nüfusun çok hızlı artışına sebep olmuştur. " demiştir. Bu örnek, eski çağlardan günümüze kadar ki zaman diliminde erken yaşta evliliğin toplum telakkilerine göre oldukça normal karşılandığını bizlere gösteriyor. Bugün toplumumuzun telakkilerine uygun olup olmaması hiçbir şeyi değiştirmez. Toplumlar, ortak birikimin neticesinde hâsıl olan "örf"lere göre yön bulurlar ve bunların hesaba katılmadığı yerde, o toplum hakkında karar verme konumunda olanların isabetinden söz etmek oldukça zor, hatta imkânsızdır.

Sosyal bilimlerde "normal olanın" ne olduğu sorunu kültürlerarası görelilikten dolayı oldukça tartışmalı bir konudur. İnsanların doğruları dünyanın her tarafında farklılıklar gösterir ve sık sık bizlere garip gelen gerçekler ile karşılaşırız. Ama çoğumuz ne yazık ki pek çok doğruya aynı anda da sarılabileceğimizin farkında değildir. Örneğin dünya toplumlarının bir çoğunda, eş seçiminin erkek tarafından yapılması ve evlilik teklifinin de erkek tarafından yapılması fıtri ve doğal kabul edilmekte, tersi bir durum anormal olarak görülmektedir. Öte yandan, antropologların tespit ettiği pek çok kabile kültüründe ise, kadın eş seçimini yapmakta ve evlilik teklifinde bulunmakta, erkek daha pasif bir rol oynamaktadır. Oysa bu iki durum bizlere göstermektedir ki, insan fıtratında her iki duruma da yer vardır. Demek ki, çoğu zaman ahlaki değer yargısı olarak görülen şeyler, alışkanlıkların oluşturduğu bir bakış açısının ürünüdür.

Toplumda evliliğin normal ölçütlerini belirleyen pek çok neden vardır. Bunlar dini olabildikleri gibi genelde siyaset, eğitim ve ekonomi gibi toplumun temel dinamiklerinin şekillendirdiği kültürel normlardan oluşur. İnsanlar tarih boyunca bu temel dinamiklerden hareketle bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi kültürlerini şekillendirmişlerdir. 1400 sene öncesinin özelde arap toplumunu genelde bütün dünyayı düşünürsek toplumun genelini ezici bir çoğunlukla tarım toplumunun oluşturduğunu görürüz. Doğal olarakta bu ekonomik örgütlenmenin devamı için doğacak çocuğa yani işgücüne ihtiyaç vardır. Antropolojik çalışmalar en fazla toprağa sahip erkek ve kadınların en çok yavruya sahip olduğunu, bir erkeğin sahip olduğu toprak miktarı arttıkça cinsel ilişkiye girdiği kadın miktarında da artış olduğunu göstermiştir. Doğal olarak atalarımızın kültürleri çok eşliliği kabul edecek şekilde gelişmiştir. Buda bize gösteriyor ki insanların gelenek ve görenekleri ekonomik etkinlik gibi bağlamlarla şekilleniyordu. Endüstri devriminin başlangıcından itibaren günümüzden yaklaşık bir yüzyıl öncesine yani endüstrinin dünyanın hemen hemen her tarafına yayılmasına kadar gelen sürede evliliklerin çoğu bu gibi amaçlarla olmuş olup sanayi olarak kalkınmamış coğrafyalarda hala bu şekilde olmaktadır. Avcı-toplayıcı olan ve küçük küçük gruplar şeklinde örgütlenen ilkel toplumlardan tutunda tarım devriminden sonra şekillenen toprağa dayalı üretim biçimlerini benimseyen antik toplumlara kadar evlilik yaşı için tek kriter çocuk doğurabilme yaşına gelmek olmuştur. Çünkü aile kurumunu meydana getiren ve evliliğin çıkışına sebep olan ana etkenlerden birisi doğacak çocuklardır. Bunun yanında o çocuğun gelişimi, sosyalizasyon süreci, miras hakkı varsa kimlerden almalı gibi modern anayasalarda da kendine yer bulan pek çok kriter aile kurumu vasıtasıyla karşılanmıştır. Bundan dolayı flört gibi evlilik dışı kadın-erkek birlikteliği içinde bulunduğumuz modern dünyada bile aile kapsamına alınmaz. Aile kurumunun yararlandığı haklardan bu birliktelikler yararlanamaz.

Günümüzde; Fransız Devrimi sonrası oluşan değerlerin tüm dünyaca ana kriter olarak benimsenmesi, çağın değişen şartları, modern dünyada gittikçe artan gelir sıkıntısı, kariyer idealleri, kadının işgücüne katılımı gibi birçok etken evlilik yaşını çok daha yükseklere çekse de tarihte evlilik yaşı bugünün insanlarını hayrete düşürecek kadar aşağılardaydı. Günümüze kadar yaşanan değişimleri incelersek yaşam şartlarımızın değişmesi ve bu şartların dünyanın her tarafında benzer özellikler göstermesi ister istemez bizi yaşam koşullarına uymaya zorladı. Bu da doğal olarak belli türdeki normlarımızı değiştirdi. Bu geniş bakış açısından hareketle düşünürsek günümüzde bile Arap Yarımadası'nda kız çocuklarının erken evlenmesi hiçte yadırganmazken, Avrupa'da ise tam bir infiale yol açıyor. Demek ki her kültür ve topluluğun kendi normlarına uygun olarak uygulayabileceği bir izin dairesi vardır. Bu nedenle toplum nazarında küçük yaşlarda evlenilebilir normunun yaygın olmadığı ve kültürel değerlerin oluşmadığı yerlerde, çocukları erken evlendirmenin uygun ve makbul olduğu yargısını çıkarmak yanlış olabileceği gibi; kültürel olarak buna zemini müsait bir toplumda, çocuğun travma yaşamayacağı ve son derece doğal algılayacağı koşullar içinde bile evlenmesinin yanlış olacağı fikrini çıkarmak da sağlıksız bir düşüncenin ürünüdür.

Sırf bu bilgilerden hareketle bile diyebiliriz ki Hz. Ayşe dokuz yaşında, on yaşında veya onbir yaşında evlenmiş olsa bile ortada garipsenecek bir durum yoktur.


2-) Evlilik konusu İslâm dininde oldukça önemli ve oldukça geniş bir konudur. Bu yüzden konumuzun odak noktasından fazla ayrılmadan makaleye devam edeceğim..

İslam’da evlilik, kesin olarak bir yaş sınırına bağlanmamıştır. Bu duruma modern çağın dayattığı perspektifle bakanlar itiraz edebilir. Ama realiteyi baz alarak kendi kişisel kabullerimizle yaşadığımız hayat ne kadar örtüşüyor sorusunun cevabını bu noktada vermek gerekir. Eğer İslam'ın öngördüğü evlilik yaklaşımı hayatın kendisine kendi kafamızda kurduğumuz önkabullerden daha yakınsa bu İslam'ın bakış açısının değil bizim bakış açımızın problemli olduğunu gösterir.

Her toplumun evliliğe bakışı aynı değildir. Evrensel bir din olan İslâm dini, tamda kendisinden beklenildiği gibi evliliğin yaşını, kişilerin evlenebilme kapasitesini, toplumların yaşadığı çağın içinde bulunduğu durumu ve buna göre şekillenen kültürleri neticesinde neyin normal olup olmadığını belirlemeleri gibi çeşitli etkenleri hesaba katarak, Ait olunan toplumda evliliğin kriterlerine sadece alt sınır ve bazı kurallar koyarak gerisini toplumların örfüne, coğrafyasına ve yaşama biçimlerine göre serbest bırakmıştır. Bu yüzdendir ki Fıkıh kitaplarında ki evlilik yaşı ile ilgili olarak zikredilen rakamlar, bu kitapların yazarlarının yaşadıkları coğrafyaların ve çağlarının özellikleri dikkate alınarak belirlenmiştir. O halde rahatlıkla diyebiliriz ki İslâm dini evlilik konusuna oldukça gerçekci bir duruş sergiliyor.

Bu noktada aklımıza takılan bir nokta kalmış bulunuyor. O nokta ise 4-6 ya da 8 yaşlarında ki çocukların nasıl evleneceği meselesidir. Bu noktayı iyi anlarsak hiçbir sorun kalmayacaktır. Şimdi bu konuyu açalım.;

İslâmda evlilik sözleşmesi karşılıklı rızaya dayanan bir sözleşmedir. Tıpkı kira sözleşmesi, tıpkı alım-satım sözleşmesinden fazla bir farkı yoktur ama manevi değer biçilen bir sözleşmedir. Evlenecek kişiler büluğ çağına eripte, rüşdlerini ispat ederlerse sadece büyüklerinin rızasını alarak evlenmek istediği kişiyle bu sözleşmeyi yapabilir ve evlilik hayatını kendi istekleriyle başlatabilirler. Fakat evlenecek kişiler evlilik olgunluğuna erişmeden yani büluğ çağına gelmeden önce velileri tarafından NİKAH AKİT'leride yapılabilir. Burda dikkat edilecek husus fiili evliliğin başladığı evlilik sözleşmesiyle, nikah akdinin aynı şey olmadığıdır. Şu anda Türk medeni kanununda evliliği sürdürecek fiziki yeterlilik sağlanamamışsa o nikahı kıymak yasaktır. Çünkü günümüz kanununda evlenme sözleşmesiyle fiili evlilik aynı şeydir. Ama İslâm hukukunda nikâh akdiyle fiili evlilik tamamen farklı şeylerdir. Bir örnekle durumu açıklayayım; X ailesinin 6 yaşında kızı, Y ailesinin 8 yaşında oğlu olduğunu varsayalım. İki tarafın aileleri anlaşıpta bu çocukları nikahlayalım diyebilirler ama fiili evlilik kesinlikle başlamıyor ve kız çocuğu asla teslim edilmiyor. Ne zaman ki çocuklar 16-17 yaşına gelir ya da ondan önce evliliğin idrakına ererlerse evlilik o zaman başlar. Nitekim tarih boyunca gerek devlet yönetiminde ki hanedanlıklar arasında gerek halk arasında bu tür evlilikler yapılmıştır. Farzedelim nikah kıyıldı çocuklarda evlenecek yaşa geldi ama taraflardan biri razı değil o zaman o kişi Hıyar'ül büluğ hakkını kullanarak evliliği istemediğini beyan edip o nikah akdini geçersiz sayabilir. Yani kişi ben artık neyin ne olduğunu biliyorum ve evleneceğim kişiyi seçme hakkım var, bu evliliği istemiyorum diyerek vazgeçebilir ya da taraflar istiyorum diyerek sözleşmeyi aynen devam ettirebilirler. Büluğ varsa rüşt varsa ve eğer büluğdan önce nikah akdide varsa tarafların hiyar'ül büluğ haklarını kullanmadan önce fiili evlilik yapmaları kesinlikle caiz değildir. Bebek denilecek yaştaki çocuklarla evlilik yapıp zifaf yapılması İslâm'i açıdan uygun mu değil mi sorusundan önce bu işin akıllı bir insan işinin olup olmayacağı ve insanlığın lanetlemesi gereken bir tutum olduğu vicdanlarda hissedilen bir gerçektir. Büluğ ve rüştten önceki çocuk evlilikleri, her halükarda suistimaldir, yanlıştır, islâmi değildir.

İslami bir evlilikte anlayacağımız şeylerden biride tarafların asla ve asla zorlanamayacaklarıdır. Evliliğe kişisel tatmin ve menfaat gözüyle değil de hem bir nesle, bir ümmete ve millete fayda sağlayacak, hem de kendi saadetini, kurtuluşunu temin edecek bir kurum gözüyle bakmak gerekir. Çünkü evlilikteki esas maksat, eşlerin birbirinden memnun olarak yaşamaları, aile yuvasının dünyada iken bir saadet merkezi mahiyetinde bulunmasıdır. Bunu engelleyecek herşeyin önüne geçilmesi şarttır. Bunu kim zorla yaparsa artık o İslâmın emirlerinden bağımsız hareket edeceği için o kişilerin yaptığı hareketler artık islâmla bağdaştırılamazdır. Hz. Muhammed'in hayatında bunun birden fazla örneği vardır.

Mesela "Bir genç kız Hz. Peygamber'in yanına gelerek babasının kendisini istemediği biriyle evlendirdiğinden şikâyet etmiş, Peygamber de kızı bu evliliği sürdürüp sürdürmeme konusunda serbest bırakmıştır."

Başka bir örnekte "Bir genç kız Hz. Ayşe'ye gelip babasının kendisini amcasının oğluyla evlendirmek istediğini, fakat kendisinin bunu istemediğini söylemiş, konu peygamberimize intikal etmiş, Resûl-i Ekrem de kızın babasına kızını zorla evlendirme yetkisinin bulunmadığı, bu konuda kararın kıza ait olduğu yönünde haber göndermek isteyince kız, "Yâ Resûlallah! Babamın yaptığını onaylıyorum. Ben babalarının böyle bir yetkilerinin olmadığını kadınlara öğretmek istedim" demiştir.

Başka bir örnekte de Peygamberimiz zorla yapılan bir evliliği iptal ettirmiştir.

İslâm dininde evlenmek bazen farz, bazen mubah, bazen mekruh, bazen de haram olur. Kişinin evlenme ihtiyacı, ekonomik durumu, psikolojik yapısı, biyolojik konumu, bu hususta belirleyici rol oynar ama evlilik bu dinde bolca tavsiye edilmiştir. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz "Evlenen kişi dininin yarısını kurtarmıştır diğer yarısı için ise Allah'tan korksun" buyurmuştur.

Ergenlikle birlikte insanda bir takım fizyolojik, psikolojik değişiklikler meydana gelmesi, artık evlilik işine başlanılabileceğinin işareti olmalıdır. İçinde yaşanılan toplumun karakterinin ve çevre şartlarının da etki edeceğini de düşünerek, bu yaşı herkesin kendisinin tesbit etmesi gerekir. Bununla beraber, bünyelere ve coğrafyalara göre erginlik konusu farklılık arz eder. Bu noktada şunu da belirtmeliyim ki, kızların evlenmesi için biyolojik olarak 15 yaşının zorunlu olmadığı kesindir. Yüz binlerce evliliğin bu yaşın altında normal seyrinde devam etmesi bunun açık kanıtıdır. Demek ki, bir kızın 12-13 yaşlarında evlenmesinde biyolojik olarak herhangi bir sakınca yoktur. Bu yüzden günümüzde evliliğin asgari sınırı 12-13 yaş olarak görülebilir. Kesin olan şey ise evlilik için 18 yaşının şart olmadığıdır. Elbette bölgelerin örf ve adetlerinin de bunda rolü vardır. Ancak çağımızda tıbbi açıdan, sağlığa en uygun zamanın tespit edilmesi, en uygun olanıdır.

Bu makalenin başından beri vurgulamaya çalıştığım gibi içinde yaşanılan toplumun telakkileri kişileri psikolojik olarak bu tarz evlilikler yapsa bile etkilemez. Ergin olduktan sonra, olabileceğine erken evlenme, dînen tavsiye edilmiştir. Evlenmede asıl hedef, Allah’ı ve Rasûlü’nü hoşnut edecek bir neslin yetiştirilmesidir. Onun için evlenecek her birey, milletine aşık, ailesine sımsıkı bağlı, çocuklarının terbiyesi üzerinde hassasiyetle duran, evliliğin idrakına vakıf olmuş ise değişik çarpık düşüncelere rağmen, yoluna ve usulüne uygun şekilde evlilik yapmakta kesinlikle tereddüt etmemelidir. Sonuç olarak; ilahi hükümler her zamanı, her toplumu, her türlü değişen normları ve kültürel değerleri göz önüne alarak, helal dairesini genişçe çizmiştir. Ancak uygulamada toplumların kendi ahlaki yapıları içinde, o geniş daireden kendi normlarına en yakın hükümleri uygulamalarının doğru olacağını söylemek mümkündür.

Evlenmek günümüzde kariyer gibi, düğün gibi sebeplerle geciktirilmektedir. Günümüzde bu sorunun aşılması, ailelerin ve çocukların bu tabuları kırması gereklidir. Evlilik bir nikahla bile olabilecekken insanların önüne dağlar çıkarmanın bir mantığının olmadığı gibi bu yaptıkları anlamsız davranışları sebebiylede sorumlu tutulacakları bilinciyle hareket edilmelidir.


3-) Birazdan göreceğiniz deliller günümüzde pek çok ilahiyatçının katıldığı görüşlerdir. Bu görüşlerin uzunca açıklamaları mevcuttur. Ben bu delillerin ayrıntılarına girerek makalenin daha fazla uzamasını istemediğim için bu deliller üzerinde kısaca duracağım.

Deliller; 

1-) Rasulullah Medine'ye 622 yılında hicret ettikten yaklaşık 1 yıl sonra bu evlilik yapılmıştır. 610 yıllarında yani tebliğe ilk başlandığı sıralarda müslüman olan ilk kişilerin arasında Hz. Ayşe'nin de ismi sayılıyor. Ayrıca kayıtlarda "o gün o küçüktü" ifadesinin geçmeside Hz. Ayşe'nin evlendiğinde 9 yaşında olmadığı tezini güçlendiriyor. Yani bu evlilik takribi 623 yıllarında yapıldıysa 610 yılında beyanat verebilecek birisi evlendiğinde en kötü ihtimalle 17-18 yaşlarında olması gereklidir.

2-) İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde bugünkü gibi nüfus daireleri yoktu ve kimsenin doğum kaydı yapılmıyordu. Nitekim günümüzde bile, özellikle kırsal kesimde, doğan çocukların doğum kaydı hala tam olarak yapılamamaktadır. Çocukların ailelerine çocuğun doğum tarihi sorulduğunda, "ekinler biçildiği zamanda, narlar kızardığında, bir kış günü veya şu önemli olay olduğunda doğdu" şeklinde cevaplar alınmaktadır. O dönemde bütün sahabilerin yaşları, genelde ölüm zamanındaki yaşlarına göre hesaplanıyordu. Bu ilkeden hareketle, Hz. Ayşe'nin vefat ettiğinde ki yaşından, hicri yıl çıkarıldığında ortaya çıkan fark yaklaşık olarak onun kaç yaşında evlendiğini bizlere verir. İslam tarihçileri, Hz. Ayşe'nin vefat ettiği yaş olarak farklı rakamlar kullanıyor. 66 veya 74 gibi farklı rakamlardan bahsediliyor. Bu ise, doğum tarihinde olduğu gibi onun vefat tarihiyle ilgili de kesin bir kabulün olmadığını göstermektedir Eğer vefat yaşını 66 alırsak hicri 58 yılında vefat ettiği için 66-58=8 çıkar. Yani hicretten ortalama bir yıl sonra evlendiği için evlilik yaşı ortalama 9-10 çıkar ama vefat yaşını 74 olarak alırsak 74-58=16 çıkar. Yani evlendiğinde ortalama 17-18 yaşlarında olduğu sonucuna ulaşırız. Yani onun yaşıyla ilgili kesin gibi gözüken durumlar arasında bile 8-9 yıllık gibi bir zaman oynaması vardır.

3-) Hz. Ayşe'nin kız kardeşi olan Hz. Esma'nın yaşından hareketle bir yaş hesabıda yapılabilir. Hz. Esmâ'nın 595 yılında doğduğu bu sonucada müslüman olduğunda 15, vefat ettiğinde 100 yaşında olduğundan varılıyor. Yani ablasından 10 yaş küçük olduğu bilinen Hz. Ayşe müslüman olduğunda demek ki 5-6 yaşları civarındaydı. Hicretten ortalama bir yıl sonra evlilik olduğuna göre en az 17-18 yaşlarında evlenmiş olması sonucu meydana çıkıyor.

4-) Hz. Ayşe Kamer Suresinin 46. ayetinin ne zaman indiğini bizlere anlatmıştır. Gerekli hesaplamalar yapıldığında 614-618 ve 619 yılları olarak 3 farklı rivayet meydana çıkıyor. Çeşitli kıstasları dikkate alan âlimler ayetin indiği yılın 614 olması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Buna göre eğer evlilik Hz. Ayşe 9 yaşında iken olduysa ayetin nazil olduğu sırada Hz. Ayşe ya yeni doğdu ya da henüz doğmadı demek oluyor. Bu durum kulağa oldukça absürd geliyor. Çünkü bizlere ayetin nasıl indiğini Hz. Ayşe detaylı bir şekilde anlatmıştır. Bizlere ayetin nasıl indiği ve o sıralarda neler yaptığını söyleyen Âyşe validemiz belli ki olayları kavrayabilecek yaşta. Diğer yandan -Birinci delilde gösterildiği gibi- tebliğin ilk başladığı zamanlarda onunda ilk müslümanlar arasında sayılması 614 yılından önce doğduğunu bizleri gösterir. Bu da bizleri Hz. Ayşe'nin evlendiğinde 9 yaşında olmadığı sonucuna götürüyor.

5-) Hz. Ayşe'nin bazı hatıratlarıda bu konuda bizlere fikir veriyor; Risâletten kırk yıl önce gerçekleşen ve tarih belirlemede bir kıstas olarak kabul gören Fil hadisesinden geriye kalan iki kişiyi Mekke’de dilenirken gördüğünü söylemesi, Mekke’nin en sıkıntılı günlerinde Allah Resûlü'nün sabah-akşam kendi evlerine geldiğini ve bu sıkıntılara dayanamayan babası Hz. Ebû Bekir'in de Habeşistan’a hicret teşebbüsünde bulunduğunu detaylarıyla birlikte anlatması, İlk defa namazın ikişer rekat farz kılındığını, mukim olanlar için daha sonraları onun dört rekata çıkarıldığını, ancak sefer durumlarında yine iki rekat olarak bırakıldığını ifade etmesi gibi olayları anlatması bizleri onun tebliğin ilk zamanlarında çevresinde ki olaylara aklının yettiğini göstermiştir. Buda yine bizleri evlendiğinde 9 yaşından büyük olduğu sonucuna götürür.

6-) Bu evliliği eleştiri konusu yapanların gözden kaçırdığı bir nokta vardır. O nokta ise Hz. Ayşe, Rasulullah ile evlenmeden önce zaten Mut’im ibn Adiyy’in oğlu Cübeyr ile sözlüydü. Ayrıca Hz. Ayşe ile evlenme teklifini Havle binti Hakîm gibi aile dışından birisi gündeme getirmiştir. Erken evlilik meselesini şöyle bir kenarı bırakırsak bu olay net olarak bizlere gösteriyor ki, "Hz. Ayşe o gün evlilik çağına gelmiş ve toplum örflerine göre evlendirilebilecek bir yaştadır. Söz konusu sözlülük halinin, İbn Adiyy ailesi tarafından ve oğullarının düşüncesi değişir gerekçesiyle feshedildiği de bilinen bir gerçektir. Burada akla, "İbn Adiyy ailesinin değiştirecekler diye endişe ettiği düşünce ne olmalı ki böyle bir evlilikten dönsünler?" sorusu akla geliyor. Bu sorununda en makul cevabı söz konusu nikah anlaşmasının, ya risâletten önce ya da İslâm’ın açıktan tebliğinin başlamadığı dönemde gerçekleşmiş olduğu şeklindedir ki her iki durumda da bizi Hz. Ayşe'nin Rasulullah ile evlendiğinde 9 yaşında olmadığı sonucuna götürecektir.

7-) Hz. Ayşe'nin diğer kardeşleriyle olan yaş farkından bir hesaplamada yapılabilir. Hz. Ayşe'nin kendisi hariç 5 kardeşi daha vardır. Anabir kardeşleri ile arasındaki yaşları ve diğer olaylarda gözününde bulundurulunca ve gerekli hesaplamalar yapılınca Hz. Ayşe'nin evlendiğinde 18-19 yaşlarında olduğu sonucu çıkmaktadır.

8-) Arapça dilinin terminolojik kullanımıda konuya ışık tutması bakımından önemlidir; Araplar arasında rakamları ve kelimeleri kısaltarak konuşma çok yaygındır. Meselâ bir çocuk gösterirken "O, sekizinde veya dokuzunda" derler. Eğer gösterilen kişi küçükse 8-9, ergenliğini tamamlamışsa 18-19 yaşında olduğunu bilirler. Veya "Besmele" kelimesini ele alırsak böyle bir kelimede arapçada yoktur. "Bismillahirrahmanirrahim" kelimesinin içinde ki belirgin harflerden oluşturulan bir kelimedir. Buna göre Hz. Ayşe'nin ağzından naklolunan Hadis-i Şerif'te 6 yaşımda nişanlandım deniyorsa 16 yaşını demişte olabilir veya 9 yaşında evlendim diyorsa 19 yaşında evlendim demiş olmasıda kuvvetle muhtemeldir.

9-) Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir hicretten önce ayrı ayrı Hz. Peygamber'e gelerek kızı Fatıma'yla evlenmek istediklerini söylediklerinde Peygamberin o tarihte dokuz yaşında olan Fatıma'nın evlilik çağında olmadığını söyleyerek iki dostunun isteğini geri çevirdiği bilinir. Hz. Ömer'in değilse bile Hz. Ebubekir'in, talebinin reddedilme gerekçesini dinledikten sonra Peygamberin Hz. Ayşe'yle 9 yaşındayken evlenmekte mahsur görmediği halde kendi kızını yaşının küçük olması sebebiyle evlendirmemesini makul karşıladığını düşünmek herhalde kolay değildir.

İslâm Dünyası'nda çeşitli kriterleri baz alarak üzerinde büyük çoğunluğunun ittifak ettiği en güvenilir hadis kitabı Sahih'i Buhari'dir. Söz konusu rivayet bu kitaptada bulunmaktadır. Bu durumda şu noktanında altını çizmeden edemeyeceğim; Sahih-i Buhari'nin en güvenilir hâdis kitabı olmasından yola çıkılarak bu rivayeti ön plana çıkarıp İslâma karşı tez öne sürmeye çalışanlar en başta kendileri ile çelişmektedirler. Çünkü bu rivayeti sorgusuz sualsiz kabul eden birisi aynı zamanda Buhari'de geçen diğer bütün rivayetleride kabul etmelidir. Mesala Buhari'de Hz. Peygamberin parmaklarından sular fışkırması, Ayı ikiye yarmasıda geçer. Hz. Ayşe'nin rivayetini kabul edenler bu söylediğim hâdisleride peşinen doğru kabul edebilirler mi? Söylediklerimin yanlış anlaşılmasını istemem. Bu örnekleri bunlar böyle oldu ya da olmadı demek için söylemiyorum. Sadece hâdis usulünün hâdisleri kanıtlamada yeterli olmayan sistemini, kafalarına göre hâdis seçip islam aleyhine kullanmaya çalışanların çelişkisini göstermek için söylüyorum. Öte yandan bu delillerden yola çıkılarak mevcut rivayetin safdışı bırakıldığına karar vermekte bence sağlıksız bir düşüncedir. Az önce dile getirilen bütün deliller tek tek değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bu delillerin değerlendirilmesi için 2003 yılında İslâmi araştırmalar dergisinde yayınlanan Prof. Dr. Mehmet Azimli'nin "Hz. Ayşenin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı" isimli makalesini okumanızı tavsiye ediyorum.

Açıkça belli oluyor ki; Hâdis ilminin yöntemi ve sınırlılıkları, siyer tarihi ve bu makale boyunca üzerinde durduğum diğer konular bilinmeden bu olaya sağlıklı bir şekilde yaklaşılamaz.


4-) Bu evliliği değerlendirirken eleştiri konusu yapılan başka bir mevzuda aradaki yaş farkıdır. Hz. Ayşe'nin küçük ya da büyük yaşta evlenmesi her halükarda Hz. Peygamber ile aralarında yaş farkı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hz. Peygamberin evlilik yaptığı diğer hanımlarının yaşları, üzerinde durduğum diğer mevzuları ve bu evliliğe olan özel durumları atlayarak direkt bu konuya odaklananlar için oldukça iyi bir neden olsada açıklamasına kısaca 4 maddede değinelim;

1-) Hz. Peygamber'i peygamber olarak kabul etmeyenlerin bile kabul edeceği bir gerçek var ki o da Hz. Peygamberin insanlar için rol modeli olduğu gerçeğidir. Kur'an'da kız çocuklarına sahip insanların onlara karşı tutumu sıklıkla yeriliyor. O günün cahiliye toplumunda kız çocuklarının lanetli sayılıp diri diri toprağa gömülmesi, belli belirsiz sürüp giden savaşlar toplumun dengelerini sarsıyordu. Bu yüzden toplum geleneklerinde evlilik yaşları arasındaki büyük farklar önemsenmiyordu. Günümüz modern toplumlarında pek olmasa bile orta çağ toplumlarında kadına hiçbir değer verilmiyordu. Kadın erken yaşta sahipleniliyor ki kimsenin herhangi bir kötülüğüne maruz kalmadan korunmuş olsun. İslâm'dan önceki toplumların ekserisi böyleydi. Kadının yeri toplumda hiç birşeydi taki İslâmiyet gelene kadar. O günkü Arap toplumunda, iklim ve coğrafî şartların müsait olması yönüyle çocukların, fizikî gelişimlerini daha erken tamamladığı ve kız çocuklarına, kocasının evinde büyümesi gereken birer varlık olarak bakıldığı bu yüzdende erken evlendirildiği bilinen bir gerçektir. Kaldı ki bu durum sadece kız çocuklarıylada sınırlı değildir. Mesela sahabelerden olan Abdullah ile babası arasındaki yaş farkı sadece onikidir. Demek ki babası evlendiğinde yaklaşık 10-11 yaşlarında idi.

2-) Hz. Ayşe'nin genç yaşta olması, zeki, feraset sahibi ve geniş bir algıya sahip bir birey olarak adeta bir naib gibi Hz. Peygamberin yanında yetişmesi islâm fıkıhı için oldukça hayati bir öneme sahiptir. Hz. Peygamberin vefatından sonra hiçbir sahabenin göremeyeceği mahrem durumları, ev içinde nasıl davrandığı gibi tüm fıkıha yön veren bilgilerin ekserisini Hz. Ayşe anlatmıştır. Siret Ansiklopedisi'nin yazarı olan Afzalurrahman bu durum hakkında şunları söylemiştir; "Hz. Ayşe'nin eğitim ve talimi bizzat Hz. Peygamber'in rehberliği ve nezareti altında gerçekleşti. Hz. Ayşe çok zeki, tecessüs sahibi, hafızası kuvvetli, çabucak öğrenmeye kabiliyetli idi. Hz. Peygamberden ne görüp duydu ise onu hatırladı ve başkalarına nakletti. Bu sebeple Hz. Peygamber ona çok yakınlık duydu ki her söylediğini dinleyip izlesin ve yaptığını daha hevesli yapsın. Böylece Hz. Ayşe, İslam prensiplerini, Rasulün sünnetini diğer hanımlarından daha fazla öğrendi ve hafızasında tuttu. O, bu ilmi Hz.Peygamber'den sonra yaklaşık 45 yıl kadar anlattı. Hz. Peygamber'den 2210 hadis rivayeti ile en fazla hadis rivayet eden altıncı sahabi olmuştur." demiştir. Rasulullah'ın "Dininizin üçte birini Ayşe’den alırsınız" hadis-i şerifi bize bu meselenin önemini teğit etmektedir. Bu durum Hz. Ayşe'nin evlenme yaşını, evlilik sürecini, peygamberle olan ilişkisini müslümanlar için çok kıymetli ve eşsiz kılmaktadır.

3-) Peygamber Hz. Ebubekir'in kızı ile evlenerek aynı zamanda "söz kardeşlerinin kızlarıyla evlenilmez" cahiliye geleneğinide restore etmiş oldu.

4-) Hz. Ayşe müslüman hanımların sormaya utandığı soruları peygambere iletmiştir. Yeri geldiğinde onun cevap vermeside dinin kadınlara bakan yüzünün anlaşılmasında ve yayılmasında ne kadar önemli işler yürüttüğünü bizlere gösterir. Özetle Hz. Peygamber diğer evliliklerinde olduğu gibi bu evliliğide kendi ihtirasları için seçmemiştir. İslâm mesajının yayılmasına ve içselleştirilmesine yönelik bir evlilik olduğu açıkca gözükmektedir.

Bu evliliğin başka bir bakış açısındanda eleştirildiğine tanık olmaktayız. O da şudur; "Eğer 9 yaşında evlendiğine dair rivayetleri esas alırsak, Hz. Ayşe 18 yaşında dul kalmıştır. Ahzab Suresi 53. ayette peygamberin eşlerinin peygamberden sonra evlenmesi yasaklanmıştır. Peki bu ona zulüm değil midir?" denmektedir.

Bu itiraza cevabım şu şekildedir; Öncelikle evliliği yapan Hz. Ayşe'nin ağzından asla böyle bir pişmanlık hakkında rivayet göremediğimiz gibi bu evlilikten ötürü pek çok kazancı olduğunu kendisi aktarmaktadır. Kimse ne zaman öleceğini bilemez. Nitekim insanlar çok genç yaşta da ölebilmektedir. Öyleyse bu düşünce ile mantıklı bir sonuca varmamız mümkün değildir. Ülkemizde bile halen 18-20 yaş arasında kocası ölüp ona sevgisinden dolayı bir daha evlenmeyen kadınlar vardır. Sevgi, aşk gibi duygular kişiye özel durumlardır. Bu duygular başkasının kendi öznelliği ile asla tenkit edemeyeceği realitelerdir. Ayrıca sevdiği ile evlenmediğinden dolayı hayat boyu evlenmeyenleri de dikkate alabiliriz. Öte yandan "Hz. Ayşe, Hz. Peygamberle evlenmeseydi ne kaybederdi?" diye düşünmekte gerekir. Eğer evlenmeseydi onun yanında yetişemez, İslam’i bilgileri sahabelerin kendisine danıştığı birisi olamazdı. 2210 hadis aktaramazdı. Hatırı sayılır bir fakihe, müfessire, müctehide ve müftiye'de olamazdı.

 Bu makale boyunca anlatılanlara ilave olarak şunlarıda ekleyebiliriz;

- Peygamber efendimizin hanımları içinde evlendiğinde dul olmayan tek eşi Hz. Ayşe'dir. Haksız yere iftira atılan birinden tırnak içinde "pedofili" birinden beklenmeyecek bir hareket. Sapık birisi herhalde çocukları dizinin dibinden ayırmaz, onlarla evlenirdi.

- İlk evliliğini 25 yaşında yapmıştır. Hele ki o zamanın arap örflerini düşünürsek epey geç bir yaş bile sayılabilir. Bide 40 yaşında ki Hz. Hatice ile evlilik yaptığını bunun üzerine ekleyelim. Yirmi beş yıl boyunca tek eşli yaşamış ve diğer evliliklerinide cinsel isteklerin azalmaya başladığı 50 yaşından sonra yaptığını düşünürsek standartın üzerinde bir şehvete sahip olmadığını ve evliliklerini cinsel ihtiraslar için yapmadığı sonucuna ulaşırız. 50 yıl boyunca standart bir hayat sürmüş birisinin huyu bir anda değişmiş mi olmalı. Ben kendi hesabıma böyle bir şeye inanamam.

- Bu evliliğinin bırakın ortaçağda eleştiri konusu olmasını daha dün denecek bir zamana kadar bile hiçbir eleştiriye konu olmamıştır, o dönemin Arabistan'ında bu evlilik hiç eleştirilmeyip tersine sevinçle karşılanmıştır.

- Peygamberin en azılı düşmanları bile, Hz. Zeynep'le peygamberin izdivacında fırtına koparmış, Beni Mustalık Gazvesi dönüşünde ve hiç olmadık yerde Hz. Ayşe'ye iftira atmışken, onlar açısından önem arz eden böyle bir mesele hakkında en ufak bir imâları dahi olmamıştır.

- Medine'ye intikal ettikten sonra evlilik işini, bizzat Hz Ayşe'nin babası olan Hz. Ebu Bekir gündeme getirmiş ve mehir takdirinden sonra gerçekleşmiştir.

- Nazil olan ayetlerde evlilik yaşıyla ilgili olarak rüşd şartı getirilmiştir.

 Dünyada pek çok örneği olan konuda sadece Hz. Muhammed(s.a.v)'in yanlışlarını arayan, açıklarını bulmaya odaklanan insanların belli ki amaçları bu konuyu araştırmak ve incelemek değildir. Düşmanının bile her konuda takdirini kazanmış birisini günümüzün bakış açısıyla "pedofili" gibi oldukça çirkin bir ifadeyle karalamaya çalışanların bu davranışları açıkca hatalıdır.

Bu makale boyunca pek çok kez kendi çağımızın ölçüleri dikkate alınarak farklı bir tarih diliminde yaşayan farklı toplumsal yapılanmalara sahip birilerini yargılamanın hem doğru olmadığı hemde bilimsel bir yöntem olarak kabul edilemeyeceği ifade edildi. Bu bağlamda insanlık tarihinde Hz. Peygamber'in evliliğinde olduğu gibi evlilikler olmadığını iddia etmek, içinde bulunduğumuz çağda yanlış olduğu için geçmiştede yanlış olduğunu iddia etmek bilimsel değildir.

Hz. Ayşe'nin 17-18 yaşları civarında evlendiğini öne süren yaklaşımların yorumlara bağlı olduğu, rivayetleri yoksaymaya yönelik getirilen delillerin ise bilimsellikten ziyade tepkisel olduğu kanaatindeyim. Ayrıca söz konusu rivayetin elimizde bulunan diğer rivayetlerle ve anlatımlarlada uyum içinde olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla Hz. Ayşe'nin evlilik yaşı konusunda klasik kaynaklarda yer alan bilgilerin doğru olduğu, onun 18 yaşında evlendiğini savunan islâm bilginlerinin görüşlerinin ise isabetli olmadığı kanaatindeyim. Bu evliliğin aynı zamanda akla, mantığa, etik değerlere aykırı bir durum olduğuda gözükmemektedir.

Aradan geçen uzun yılların neticesinde muhtemeldir ki konuya farklı yaklaşıp yeni bir bakış açısı getirme ihtiyacı içine hiç girilmemiş dolayısıyla söz konusu rivayetlerin doğruluğu veya alternatif bilgilerin varlığı hususunda İslâm âlimlerinin farklı bir mütalaada bulunmaları da mümkün olmamıştır.


Kaynaklar:










Ekşi Sözlük, 1 - 2 - 3 - 4

Sorularla İslamiyet, 1 - 2 - 3 - 4 - 5 - 6 - 7 - 8 - 9 - 10 - 11 - 12 - 13 - 14 - 15

21. Yüzyılda Kültürel Antropoloji İnsanın Doğadaki Yeri, Daniel G. Bates

Sosyoloji, John J. Macionis

7 Ağustos 2016

Allah'ı Kim Yarattı?


Öncelikle belirtelim ki bu tip soruların sorulmasında hiçbir yanlış taraf yoktur. Ne günahtır nede insanı dinden çıkarır. Hatta çoğu insan hayatının bir döneminde bu soruyla çoktan karşılaşmıştır bile. Burada önemli olan bu soruya mantıklı yanıt aramak iken kimileri için sanki bu soru teizmi mağlup edecek yegane sorudur. Hatta günümüzde dahi ateizmin göze batan simaları(Dawkins, Carl Sagan gibi) bile bu soruyu sormuşlardır. Ama bu sordukları soruyu cevaplarken bazı noktaları gözden kaçırmışlardır. Bu makale boyunca bu sorunun kökenine inilip bir kaç maddede sorunun tutarsızlığı gösterilecektir.

1-) Günlük hayatta bile kavramları doğru kullanma oldukça önemlidir. Hatalı kullanımın ve yanlış anlaşılmaların önüne geçer. Mesela "Kaşıkla ekmeği kes!" dersek bu belli ki doğru bir kullanım olmaz ve nesneye farklı bir konum affetmiş oluruz. Felsefe'de ise kavramları düzgün kullanma daha bir elzem oluyor. Mesela "Bardağı kim yaptı, Masayı kim yaptı?" dersek -buradaki objeleri yapan her ne olursa olsun- otomatik olarak bu objelerin yapılmış olduğu sonucu ortaya çıkar. Yani aynı zamanda sorudaki öznenin neliği ortaya koyulmuş olur. "X'i kim yarattı?" diye sorduğumuz zaman ise burdaki "X" yaratılmaya müsait bir şeyi temsil eder. Mesela "İnsanı kim yarattı?" diye sorarsak otomatik olarak "İnsan" kavramı yaratılmış bir varlık statüsüne girer. Eğer "Allah'ı kim yaratmıştır" dersek bu seferde Allah'ı yaratılmış bir varlık statüsüne sokarız. Aslında bu düşüncenin temelinde şu varsayım yatıyor. Bütün kainatı yaratanın aslında o yarattığı şeyin özelliklerini taşıdığı gibi bir yanılgı vardır. Bu durumu şu örnekle daha iyi anlayabiliriz. "Windows yazılımını Bill Gates yazmıştır. Peki Bill Gates'i kim yazmıştır?" dersek yine aynı hatalı varsayımdan dolayı yanlış yapmış oluruz. Çünkü Bill Gates'in kendisi bir program değilki yazılabilen birşey olsun. "Bill Gates'i kim yazmıştır" demeden önce Bill Gates'in yazılabilir birşey olduğunu göstermemiz lazım. İşte bu mantıktan hareket eden pekçok kişi makalenin konusu olan soruda olduğu gibi hataya düşüyor. Bu hata felsefede "kategori hatası" olarak biliniyor. Allah kavramı ait olmadığı bir kategoriye sokulup yanlış değerlendirmeye tabii tutulmuş oluyor. Çünkü Allah'ın sıfatlarından biride "Yaratılmamış yaratıcı"dır. Yani eğer kişi "Allah'ı kim yarattı?" derse aslında "Yaratılmamış olan yaratıcıyı kim yaratmıştır?" demiş oluyor. Bu soruda açıkca hatalı bir sorudur. Çünkü Allah bir yaratık değilki yaratılmış olsun. Dolayısıyla soru hatalı olduğundan cevap bile verilmez. Aslında bu noktada Allah'a inanıp inanmamanında bir önemi yoktur. Yani bu soru bir ateist için bile anlamsız olmak zorundadır. Yani bir ateistin eğerki Allah varsa "onu kim yarattı" diye sormaması gerekir. Sorgulamayın demiyoruz, herşeyin sorgulaması olur ama bu noktadan sonra sorgulama yapılamaz, burası akıl yürütmenin bittiği yerdir.

2-) Doğmamış, doğurulmamış, her zaman varolan, zamandan münezzeh birşey nasıl varolabilir? Allah'ın tanımından dolayı aklın almaması sonucunda varlığı ile ilgili şüpheye düşülmesi zor değil. Bu maddede dikkat çekilecek şey Allah'ın reddi halinde bile ateistlerin ezeliyet kavramından kaçamayacağıdır. Eğer Allah yaratılmamışsa ezelden beri var olması, sonsuz olması zorunludur ve bir ateistin bu durumu kabul etmesi gerekir aksi halde kendisi ile çelişir. Çünkü ya Allah'ı kabul edip sonsuzluğu ona atfetmeliler ya da Allah'ı reddedip maddeye sonsuzluk atfetmeliler. Ateistler açısından bunun orta yolu yoktur. Bir cetvel üzerinde zaman çizgisi hayal edin. Eğer evrenin bir başlangıcı varsa maddeninde bir başlangıcı vardır. Varolmaya başlayan herşeyin bir sebebi varsa(Kalam Cosmological Argument), maddeninde bir sebebi vardır ve buna sebep olan şey Allah'tır. Yani Evren(madde) varolmuşsa bu durumda ateistler Allah'a sonsuzluk atfetmeliler. Yani Allah zaman çizgisinde bir yerde değildir. Allah'ın reddi halinde ise maddenin bir başlangıcını yapmak isteseniz, zaman çizginin ortasına nokta koyamazsınız. Çünkü bu durumda madde, tıpkı Allah gibi ezeli konuma geçmek zorunda. Nitekim tarih boyunca ateistler evrenin ezeli olduğu görüşünü kabul etmişlerdir. O halde şu soruyu ateistlere sorabiliriz; Eğer evren sonsuz olabiliyorsa o halde Allah neden sonsuz olamasın ki? Allah'ın ezeliyetini kabul edemeyip "doğmamış ve doğrulmamış" açıklamasından tatmin olmayanlar, bilinçsiz, gayesiz maddenin ezeliyetini kabul açısından da büyük sıkıntı yaşayacağa benziyorlar. Çünkü bilimsel veriler evrenin bir başlangıcını gösteriyor.


Sonuç olarak ezeliyet konusunda maddenin ezeli olmasından ziyade Allah'ın ezeli olması akla daha yatkındır. Sonuçta bilinçli ve mükemmel bir varlığın ezeli olması gayet kabul edilebilirdir, çünkü o mükemmeldir. Mükemmelliğin ezeliyetle harmanlanması Allah'ın ezeli olması gerektiği kabulü açısından gayet akılcıdır. Hal böyle iken Allah'ın ezeliyetine karşı çıkmak, "Allah'ı kim yarattı?" sorusunu sorarak Allah düşüncesini çürütmeye çalışmak tamamen akla terstir.


3-) Bilim felsefesi açısından bu duruma yaklaşalım; Bir şeyin açıklaması için ayrıca o şeyinde açıklamasının açıklamasına ihtiyaç duyulmaz. Peki bu ne demektir. Şimdi daha önce hiç gitmediğimiz bir adaya ilk defa gittiğimizi düşünelim ve bu adada bir bilgisayar bulduğumuzu düşünelim. Muhtemelen bilgisayarı gördüğümüzde ilk düşüncemiz "bu adaya daha önce bir insan gelmiştir" şeklinde olurdu. Peki böyle bir durumda "bu insanı neyin oluşturduğunu bilmiyoruz, bu yüzden bu bilgisayarın açıklaması insan olamaz" diyebilirmiyiz. Kaynağın insan olduğunu söyleyebilmek için ayrıca insanıda açıklamak gerekiyor mu? Elbette hayır. Eğer her şeyin bir açıklaması gerekseydi bugün biz bilim dahi yapamazdık(Elde edilen verilerinde açıklaması gerektiği için). Her şeyin bir ilk nedeni olmak zorundadır. Aksi halde sonsuz gerilemeye gitmek zorunda kalırız ki böyle yaparsak hiçbir şeyi açıklayamayız. Çünkü X1'in nedeni nedir? diye sorsak X2 deriz. Peki X2'nin nedeni nedir? X3'tür. X3'ün nedeni nedir? X4....v.s Bu şekilde sonsuza kadar gider. Sonsuz gerilemeye düşmemek içinde ilk neden olmak zorundadır. Şimdi bu durumu "Allah yaratıcı olmuş olsaydı ne olurdu" şeklinde formüle edelim. Allah'ı biri yaratmış olması gerekseydi Allah'ı yaratanıda birinin yaratmış olması gerekirdi ve onun yaratıcısının yaratanınıda başka birisinin yaratması gerekirdi....ve onu yaratanıda....ve onuda yaratanıda....v.s bu şekilde sonsuza kadar gidecekti. Dolayısıyla yaratılma diye birşey hiç bir zaman mümkün olmayacaktı.(hiçbir açıklama mümkün olmayacaktı) Bu mantıktan hareketle Allah'ın yaratılmamış olması(sonsuz) zorunlu olmak zorundadır. Bu yüzden Allah varsa "onu kim yarattı?" demek mantıksız olur.


Belki 3. maddeye itiraz 2. maddeden gelebilir. Bir ateist "Madem Allah kendiliğinden hep var olabiliyor o halde evren kendiliğinden neden hep var olamasın?" diyebilir. Bu soruyu cevaplamak için şu iki boşluğu doldurmak yeterli olacaktır.


1- Evren kendiliğinden olamaz çünkü.....

2- Allah kendiliğinden olamaz çünkü.....

"Evren kendiliğinden olamaz çünkü..." kısmına doldurabileceğimiz makul sebepler varken.(Modern bilimsel veriler) "Allah kendiliğinden olamaz çünkü..." kısmına doldurabileceğimiz hiçbir sebep yoktur. Allah kendiliğinden olabildiği için evrende kendiliğinden olabilir diye birşey söz konusu değildir. Eğer bilim evrenin bir başlangıcı olduğunu gösteriyorsa bu başlangıca ne sebep oldu diye sormak gayet yerindedir. Eğer böyle bilimsel veriler olmasaydı bile bu pek birşey ifade etmezdi. Çünkü kıyaslama yapabilmek için şartlar aynı olmak zorundadır. Bir yandan gözlemlediğimiz söz konusu maddedir. Diğeri ise söz konusu madde olmayan yaratıcıdır.


4-) "Allah'ı kim yaratmıştır?" sorusunun sorulmasında felsefede ki "nedensellik ilkesi"nin iyi anlaşılamamış olmasıda yatıyor. Kimileri zannediyor ki "her şeyin bir nedeni" vardır. Ama doğrusu "Sonucu olan her şeyin bir nedeni" varolacaktır. Yani birşey sonuçsa bir nedeni vardır. Klayvede tuşlara basarsam ekranda bu yazılar belirir. Tuşlara basmam neden, yazıların çıkması sonuç olur. Ama kendisinin sonucu olmayan bir neden için(herşeyin nihai nedeni) nedensellik ilkesini işletemeyiz ki. Doğuşumuzdan itibaren herşeyi bir neden sonuç çerçevesinde kavrıyoruz çünkü bizler zaman ve mekana tabiyiz. Halbuyken zaman ve mekan dışındaki bir varlığı tahayyül edebilir miyiz? Eğer böyle bir varlık var ve ebedi ise neden zaman ve mekan içindeki sınırlılıklara tabii olsun ki? Bu çerçevede Allah, herşeyi aşkın olduğu için ezelden beri var, başka bir yaratıcıya muhtaç değil ve tek zorunlu gerçekliktir.



Bu dört maddeden ilk olarak "Allah'ı kim yarattı?" sorusunun kavramsal olarak tutarsız olduğu gösterildi. İkinci olarak maddeden ziyade Allah'a ezeliyet sıfatını vermenin daha makul olduğu gösterildi. Üçüncü olarak bir şeyin açıklaması yeterliyse ona neden olan şeyinde açıklaması olmasının gereksiz olduğu gösterildi ve itiraza cevap verildi. Son olarak malum sorunun nedensellik ilkesinin tam olarak anlaşılamamış olmasından kaynaklandığı gösterildi. Bu makale boyunca ister Allah'a inanın ister inanmayın "Allah'ı kim yarattı?" sorusunun hiçte mantıklı olmadığı gösterildi. Mantığını kullanan her ateistin eğer Allah varsa yaratılmış olmaması en mantıklı olanı demesi gerekir. Onlar açısından önemli olan Allah'ın var olup olmamasıdır, onun bir yaratanı olup olmaması değil.

3 Haziran 2016

Boşlukların Tanrı'sına Mı İnanıyoruz?


"Boşlukların Tanrısı" kavramı günümüzde sadece Türkiyedeki değil Dünya genelinde ki ateistlerinde ciddi bir şekilde sarıldığı bir kavramdır. Aynı şekilde inançlı insanlarında farkında olmadan sıklıkla inançlarını tamellendirmeye çalıştıkları bir yaklaşımdır. Çoğu Ateist bu yaklaşımı teistler aleyhinde kullanarak güya kendilerini onlara karşı "zeki/herşeyi bilen/ya da bilimin herşeyin tek açıklayıcısı olarak gören" kişi pozisyonuna oturtarak onları eleştirmeye sonucunda da yenmeye çalışıyorlar. Bu durum karşısında teistlerin bazısıda sanki seçilebilecek tek pozisyon buymuş gibi davranarak bu yaklaşımı benimsiyorlar. Bazı teistler özellikle internet ortamında gördüğümüz ateist-teist tartışmalarda ateistlerin bu yöndeki imalarında haklılık payı olduğunu görüp ya kendi inançlarını terkediyorlar ya da salt bir fideist inanç belirleyip olduğu gibi iman edip inançlarını yaşıyorlar ve bunun sonucunda da çoğunlukla bilimsel gelişmelere kendilerini kapatıyorlar. Bu makale boyunca iki tarafında bu yaklaşıma ("Boşlukların Tanrısı") olan tavırları eleştirilecek ve bu argümanı teistlerin aleyhinde kullanmaya çalışan ateistlere cevap verilecektir.


Öncelikle Boşlukların Tanrısı Argümanı(God Of The Gaps Argument)'nı kısaca formüle ederek açıklarsam şöyle olacaktır;


I.      İnsanlığın henüz açıklayamadığı bazı olaylar(mesela deprem) vardır.

II.     Bu olayların açıklamasını an itibariyle bilmediğimiz için bunu "Tanrı" yaptık deriz.
III.    Bir gün Bilim gibi herhangi bir araçsal faaliyet sonucunda bu olayın açıklaması yapılırsa(fay hareketlerinin varlığı)
IV.    Tanrı'nın yapmadığını anlarız ve artık etkinliğine son vermiş oluruz.
V.     Mevcut olayı Tanrı yapmamış ve bilmediğimiz boşluklarda başka faaliyetler sonucunda doldurulmuşsa
VI.    Tanrı bilmediğimiz boşluklarda değildir dolayısıylada yoktur sonucuna ulaşırız.

Yani mistik olarak görülen bir takım olaylar var ve onları an itibariyle anlamlandıramıyoruz. Bu tip olaylar hep karanlıkta kalıyor. Bilimin ışığı bu karanlık olayları açığa kavuşturdukça Tanrı kavramı ve dinlerde bu karanlık taraflara doğru kaçıyor. Karanlık yer kalmadığı zaman Tanrı ve dinlerde bu dünyadan yok olacak ateizm tam egemenlik sağlayacaktır. Örneğin eski çağlarda güneş nasıl doğup batıyor bilinmediğinden ya güneşe bir tanrısallık atfedilmiş ya da güneşin kendisi dışında daha kuvvetli bir yaratıcısı var denmiştir. Aynı şekilde vücuttaki kalbin nasıl çalıştığı, beyinle ilişkisi, nereye kan pompaladığı, kapakçıkların nasıl çalıştığı bilinmediğinden yani bir boşluk görüldüğünden o boşluk Tanrı'yla doldurulmuştur. Evrimsel süreçteki mekanizmaları bilmediğimizden ya da veriler eksik olduğunda(Akıllı Tasarım) onuda Tanrı yapmıştır dersek, yıldızların ışığının nasıl üretildiğini bilmiyoruz, demek ki Tanrı yıldızları aydınlatmış gibi yaklaşımlar gösterirsek bunların hepside "Boşlukların Tanrısı" tipinde ki yaklaşımlara örnek olur. Böylesi yaklaşımlar açısından bilimsel her ilerleme daha önce bilinmeyen bir hususu, yani bir boşluğu açıkladığı için Tanrı'ya atıf yapmayı gereksiz kılmaktadır. Bu yaklaşım adeta evreni bilmekten değil bilmemekten medet umulur hale getirmektedir. Dolayısıyla öğrenilen her bilgi, açığa kavuşturulan her fenomen Tanrı'yı gereksiz kılar sonucuna bizleri ulaştırır.


Bu düşünce modern zamanlara özgü bir düşünce değildir. Mesela tıp biliminin babası olan Hipokrat’ın bir yazısında açık ve net bir şekilde görülüyor ki antik çağlarda da "Boşlukların Tanrısı" düşüncesi vardı. "İnsanlar epilepsinin ilahi olduğunu çünkü epilepsiye neden olan şeyle ilgili bir fikre sahip olmadıklarını söylerler. Fakat inanıyorum ki insanlarda epilepsiye neden olan şeyin ne olduğunu bileceğiz. Ve bu anda onun ilahi olduğuna dair inancımız son bulacak. Ayrıca evrendeki her şey için de" derken tam olarak bunu kastediyor. Richard Dawkins'te "Dinin gerçekten kötü etkilerinden biri bizi anlamadan tatmin olmanın bir üstünlük olduğunu öğretmesidir" diyor. Yani onun düşüncesinde inanç sanki anlamadan tatmin olma durumu gibidir. Yani bir yerde biz inançlılar boşlukların içerisine Tanrı’yı koyduk artık orda bıraktık başka hiç birşeyi araştırmamıza gerek yok diye bir algısı var. Bu tip yaklaşımlar ateistlerin genelinde gözlemlediğim birşeydir. Boşlukların Tanrısı Argümanı "Tasarım Delili" aleyhinede kullanılıyor. Ama "Akıllı Tasarım" ile "Tasarım Delili" aynı şey değildir. Çünkü tasarım delili kökeni itibariyle bilginin üzerinde yükseliyor ve kendini geliştiriyor. Dolayısıyla boşlukların tanrısı argümanı tasarım delili için hiçbir anlam ifade etmiyor. Ama Akıllı Tasarım aleyhine kullanılabilir. Akıllı Tasarım düşünceside bilmediklerimizden hareket ettiğinden dolayısıyla boşlukların tanrısı argümanı ile benzer özellikler taşıdığından bu makale boyunca aynı şeylermiş gibi ele alınıp bu argümanın değerlendirmesine devam edilecektir.



Boşlukların tanrısı argümanının değerlendirmesini şu birkaç maddede kısaca yapalım:



1-) Öncelikle her teist inanca sahip kişi böyle bir Tanrı anlayışı benimsememektedir. Benimseyenler olabilir yani bilmediği boşlukları Tanrı ile dolduranlar ve bununla mutmain olanlar olabilir ama bu durum bütün teistlere maledilemez. Tanrı'nın varlığıyla ilgili argümanlar ileri süren günümüz teist felsefecilerinin ve teologlarının hemen hiçbiri "Boşlukların tanrısı" yaklaşımlarını benimsememektedirler. Günümüzde ileri sürülen kozmolojik delillerin veya tasarım delillerinin hepsi modern bilimin sunduğu verilere dayandırılmaktadır. Evren konusundaki cehaletimize bağlı olarak Tanrı'nın varlığına dair üretilen argümanları zaten ne bilim camiası nede felsefe camiası ciddiye almamaktadır. Tüm bu argümanlarda bilimin sunduğu veriler hammadde olarak değerlendirilmekte ve onlardan hareket edilmektedir. Eğer gerçekten teizm inancını eleştirmek isteyen bir ateist varsa bu yoldan gitmek ona hiç birşey kazandırmaz. Sosyal medyada ya da şurda burda sıradan tartışmalarda üstünlük sağlayarak kendi egolarını şişirmeleri hariç.


2-) "Boşlukların tanrısı" argümanını teistlerin benimsediği tek yolmuş gibi gösterip, onu eleştirerek mağlup edenler ve sonuçta sanki Tanrı fikrini mağlup etmiş gibi zannedenler çok sık yapılan bir mantık hatası olan Straw Man Fallacy(Saman Adam Safsatası)'i işlemiş olurlar. Korkuluk Hatası'nı işleyenler, karşıt görüşün gerçek fikrini göz ardı etmekte, onun yerine karşıt görüşün kötü veya abartılı bir örneğine karşı -sanki gerçek pozisyonları oymuş gibi- eleştirilerini yöneltmektedirler. O kötü örneği mağlup ederek sanki arkasında ki gerçek fikri mağlup etmiş sayarlar. Bu argümanı teistlerin aleyhinde kullananlarda sıkça görülen bir mantık hatasıdır.


3-) Ayrıca "Boşlukların Tanrısı" argümanının gelişimi başarılıda olsa sonucunda Tanrı yoktur fikrine ulaşmak mantıksal olarak bir başka hataya yol açar. Latincede bu mantık hatası "Non sequitur" diye adlandırılıyor ve şu anlama geliyor: "Falan sonuç filan öncülden çıkmaz." Şöyle ki;


I.     Eskiden falan şeyin açıklaması bilinmiyordu.

II.    Artık o falan şeyin açıklaması biliniyor.
III.   Bu yüzden bir yaratıcı yok.

Şimdi bunu bir örnek ile açalım. Ford ismindeki araba markasını düşünelim. Bu arabayı Henry Ford isminde bir adam icat etmiştir. Eskiden bu arabanın motorunun çalışma prensibi tam olarak bilinmiyordu. Bilimin ilerlemesi sayesinde bugün bu motorun çalışma prensibini anladığımız bir noktaya geldik. Şimdi bunun açıklamasını bulduğumuz için Henry Ford ismindeki adamın varlığını inkar mı edelim? Elbette hayır. "Boşlukların Tanrısı" argümanında ki mantık adımlarını izlersek bizi götüreceği yerde artık Henry Ford'un varlığına inanmaya gerek olmadığı sonucudur. Bu büyük bir mantık hatasıdır. Aynı şekilde evrenin çalışma prensibini ya da herhangi birşeyi açıklarsak bu bizi doğrudan Tanrı'nın varolmadığı sonucuna götürmez.


4-) Bu argümanı savunan ateistlerde ki çifte standartıda görmemezlikten gelemeyiz. Mesela henüz tam olarak işlevini bilmediğimiz bir organı ateistler kusur olarak ya da gereksiz olarak görüyorlar. Yani tasarlayan yoktur demeye getiriyorlar. Birçok işlevini bilmediğimiz organın gereksiz olmadığı zaman geçtikçe bilim tarafından kanıtlanmıştır. Mesela apandis eskiden gereksiz bir organ diye biliniyordu. Daha sonra işlevi olduğu tespit edilmiştir. Şimdi Tanrı'ya inananların bazısı bilmediğimiz çok karmaşık şeyleri Tanrı'nın ispatı olarak sunuyorlar(Söylediklerim yanlış anlaşılmasın bunun doğru olduğunu söylemiyorum sadece belli oranda da olsa var olduğunu söylüyorum) Ateistlerde bunu "Boşlukların Tanrısı" olarak değerlendiriyor. Peki bir teist işe yaramayan bir organın niçin varolduğunu ateiste sorduğu zaman onlarda genelde bu kişilere bunu henüz bilmiyoruz belki bilim adamları ilerde bulurlar diye itiraz ediyor. Hemen evrime ya da tasarım hatasına bağlıyorlar. Yani ateistlerin bazısıda(hatta türkiye ateistlerinin çoğu) görünmeyen bir "Boşlukların bilimi"ne inanıyorlar. Bu ne yaman çelişkidir? Bugün açıklayabildiğimiz şeylerin sayısı daha fazla olduğundan Tanrı'ya inanmamak için bu tip şeylerin arkasına sığınılıyor. Eskiden sığınacak bir şey olmadığı için mecburen Tanrı'ya inanmak zorunda kalıyorlardı. Halbuki önceki örnekte değindiğim gibi Tanrı'ya inanmanın bir şeyin açıklanabilirliği ile alakası olmaması gerekiyor.


5-) "Boşlukların tanrısı" argümanının başka bir sorunu ise, doğanın sadece işleyişinin değil, kökeninin de doğal etkenlerle açıklanabileceğine dair, erken ve son derece dayanaksız bir öngörüyle yola çıkmasıdır. Bir başka deyişle, bu argümanın sahipleri, evrenin ve canlıların nasıl ortaya çıktığı sorusunun, doğal etkenlerle cevaplanabileceğine, ortada böyle bir kanıt olmamasına rağmen inanmaktadırlar. Eğer canlılık hakkındaki bilgimiz arttıkça, onun doğal etkenlere indirgenebilir olduğu yönündeki veriler de artsaydı, o zaman "Boşlukların tanrısı" argümanının bu yönünü inandırıcı bulabilirdik. Oysa son 2 asır boyunca olan, bunun tam tersidir. Canlılık hakkındaki bilgimiz arttıkça, onun daha önceden hayal bile edilmeyecek kadar kompleks olduğunu görüyoruz. Yani bilim Kozmos'u inceledikçe "boşluklar" küçülmemekte, aksine büyümektedir.


6-) Bu karmaşıklığın beraberinde getirdiği daha karmaşık felsefi sorunlar vardır ve buradan hala teolojik yorumlar yapılabilir. Bilimin bir olguyu doğa olayları ile açıklaması, aslında o olgunun ilahi bir niteliği olmadığını göstermez. Bu nedenledir ki, eğer evrendeki tüm olgular için fiziksel açıklamalar bulunsa bile, aslında teizmin Tanrı'nın varlığına dair rasyonel kanıtları ortadan kaldırılmış olamaz. Örneğin Boşlukların Tanrısı argümanını benimseyen birisi hazır/yapılmış/çalışan/mevcut bir arabanın gaz, fren, vites-debriyaj sistemi, motor aksamları gibi işleyen mekanizmalarının işleyiş kurallarını çözmüş olsun "Gaza bastığımda araba gidiyor. Vites arabanın devrini ayarlıyor. Motor arabanın gücüdür vb." diyerek bütün sistemi açıklamış olsun. Demek ki araba bu kurallara göre çalışıyor. Başka türlü de olamazdı derse o halde araba zorunlu olarak kendini bu şekilde yapmış/varetmiş demekten hiç bir farkı yoktur bu söylediğinin. Fakat bu ne kadar tutarlıdır? Gerçekten arabanın içindeki mekanizmayı açıklayabilmemiz arabanın bir tasarımcısının olmadığı anlamına gelir mi? Aynısını evren içinde düşünürsek gerçekten öyle midir? Böyle düşünmek hiçbir şekilde mevcut problemlere cevap olamaz. Bilakis daha karmaşık yeni sorular oluşturur. Çünkü bu örnekte asıl sorulması gereken sorular farklıdır. Örneğin;


- Neden hiçbir şey değilde çalışan bir sistem karşımızda duruyor?

- Bu sistemin kendisinde bilinç var mı? Yoksa kendi kendini bilinçsiz olarak nasıl var etmiştir? 
- Bu araba kendi kendisinin sebebi olabilir mi? Onu birisi mi yaptı yoksa kendiliğinden mi meydana geldi?
- Bu arabanın mekanizmasındaki çalışma prensipleri, kuralları hem birbiriyle uyum içinde, hem bir amaca hizmet ediyor, hem de her yönüyle tam olarak bir insanın kullanımına uygun tasarlanmış gibi duruyor. Acaba tüm bunlar tesadüf mü? Ya da insan vücudunun bu şekilde olmasının bir zorunlu karşılığı olarak araba da kendini bu şekilde mi evrimleştirdi. Yoksa hem insanın anatomik yapısını hem de araba/mekanizma tasarımını yapan ikisini de çok iyi bilen bir tasarımcı mı var? Vb. gibi yüzlerce soruyu meydana çıkarıyor ve bunlarında yanıtlanması gerekli.


Şimdi bu tartışmaların ilk ortaya çıktığı önemli bir hususa dikkatleri çekmek istiyorum. Bilim insanlarının her ifadelerinin altında salt bilimsel veriler yoktur. Maalesef birçok insanda bilimsel bir dergide, bilimsel bir sitede yayınlanan her makale ya da akademik derece sahibi bir kişi tarafından dile getirilen her beyanın doğru olduğunu düşünme gibi bir yanılgısı vardır. Her bilimsel makale kesinlikle doğru veya güvenilir değildir. Bir makalenin güvenilirliğini anlamak için birçok yol vardır. Günümüzde bilimsel bir site kurup bilimsel makale formatında bir makale yazmak zor değildir. Bu yüzden elbette her gördüğümüz makaleye güvenemeyiz. Öncelikle kaynağının güvenilir olması şarttır. Tabi buda yetmez. Daha pek çok kriter vardır. link


Ya da Bilimde yetkin birisinin ağzından duyduğunuz herşey doğru değildir. Kendi felsefesi doğrultusunda şahsi çıkarımlarıda olabilir. Kimi zaman bu kişiler evren veya madde üzerine konuşurken felsefe veya teoloji gibi alanlara geçmekte, fakat kişileri söylediklerinden ziyade akademik kimlikleriyle değerlendirenler, birçok zaman, bu geçişi anlayamamakta ve bu söylenenleri bilimin deneysel ve gözlemsel verileriyle karıştırabilmektedirler. Fizikte ki bilimsel keşiflerle Tanrı'ya yer kalmadığını ünlü bilim insanlarıda beyan etmiştir.(Mesela Stephen Hawking) Şimdi Hawking böyle diyor diye bu söylediğini kesin bilimsel veri olarak doğru mu kabul edelim. Tabi ki Hayır. Çünkü Hawking böyle bir şey diyerek bilim değil artık felsefe yapmaya başlamıştır ve kötü bir felsefecidir.


Bilim ve felsefe birbirleriyle etkileşimde bulunabilir. Hatta bilim yapmak için felsefi muhakeme şarttır. Ama bu ikisinin farklı alanlar olduğunu, bilimsel bir buluşun çıkarımının bilim insanı tarafından yapıldığında bunun %100 doğru olduğu sanısında bulunanlar bu işte %100 yanılırlar. Mesela CERN'de bulunan Higgs Bozonu buna iyi bir örnektir. 1964 yılında bu parçacığın alanının varlığı teorik olarak ileri sürülmüştür ve bu parçacık kadar popüler olmasalar da alternatif bazı kütle verici fiziksel mekanizmaların varlığı da ifade edilmiştir. Fakat bu tarihten önceki veya sonraki, teist ve ateist fizikçilerin, filozofların ve teologların tutumlarını incelediğimizde; bu parçacığın var mı yok mu olduğu hususunda, teistler bir tarafta ateistler bir tarafta şeklinde bir bölünmeye rastlamıyoruz. İşte bu olaya bilimsel bir yaklaşımdır. Çünkü salt bilimsel veriler tartışılmış. Bulunması için deneysel hazırlıklar yapılmış, yığınla işlem yapılmıştır. Ama bu parçacığa aynı zamanda "Tanrı parçacığı" isminin verilmesi ve popüler kültüründe etkisiyle olay sanki Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu gibi hiç bilimsel olmayan bir kalıba sokulmuş ve tartışılmıştır. İşte burdada artık felsefe yapılmaya başlanmış olup taraflar kendi aralarında bölünmüştür. Aslında tüm bu tartışmaların odak noktalarından biri bu "God of the gaps" yaklaşımının yeterince anlaşılamamış olmasıdır. Tanrı Parçacığı'nın bulunmasıyla bir boşluğun daha tamamlandığını, böylece Tanrı’nın varlığının gereksiz olduğunu veya Tanrı’ya ihtiyacın azaldığını söyleyenler yukarıda saydığım tüm nedenlerden dolayı bir yanılgı içerisindedirler. Özetle, bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etmenin, bir "God of the gaps" argümanı olduğu şeklindeki klasik ateist görüş, bilimsel yönden dayanaksızdır. Bu görüşe inanılabilir tabi; ama dayanağı bilim değil, bilimden bağımsız bir dogma olarak ateizmdir.


Gerçek bir teist "Bir konu açıklanamıyor" diye onu tamamıyla Tanrı'ya havale edip yüzüstü bırakmaz. Burada sadece Tanrı'nın ilim ve kudreti karşısında hayret ve şaşkınlığını ortaya kor ve araştırmaya devam eder. Zannediyoruz ki "Boşlukların tanrısı" argümanı teistlerin bilime karşı cephe almak durumunda kalması sonucu ortaya çıkmış bir refleks olup gerçek pozisyonununda bu olması şarttır. Ama neden böyle olsun ki? Henry Drummond "Gelecekte tamamıyla Tanrı tarafından doldurulacak boşlukları araştırmak için doğayı ve bilim kitaplarını durmaksızın tarayan saygın  beyinler vardır. Tanrı boşluklarda yaşıyormuşçasına." demiştir. Bilimin bir olguyu doğal yasalarla açıklaması hiçbir zaman Tanrı düşüncesini olumsuzlamaz. Aksine Tanrı'nın varlığı argümanını güçlendirir. Bunun gerekçeleri kozmolojik, teleolojik ve antropik delillerde tartışılmıştır. "Tanrı eserleriyle bilinir" diyen Newton yerçekimini keşfettiğinde bu onun inancını sarsmadı. Aksine böyle mükemmel ve bilinçli bir düzenin var edicisine olan hayranlığını arttırmıştı. Yani O, bilimin verdiği cevabı Tanrı'nın yerine koymadı. İbn-i Rüşd’ün ifade ettiği gibi akıl ve vahyi (bu bağlamda din ve bilimi) aynı memeden süt emen öz kardeş şeklinde düşünürsek daha uzlaşmacı, diyaloğa, gelişmeye ve ilerlemeye imkân tanıyan çoğulcu bir süreç oluşturulabilir.


İslami perspektiften duruma bakarsak Kur'an'ın evrendeki fenomenleri incelemeye ve düşünmeye sevk eden ayetleri, cehalet üzerinde yükselen yaklaşımlar yerine bilgi üzerinde yükselen yaklaşımları destekler. Evrendeki fenomenlerin incelenmesi yıldızlar, dünyamız, canlılar gibi birçok varlık hakkındaki bilgimizi arttıracaktır, bu bilgilere dayalı olarak geliştirilecek yaklaşımlar ise "Boşlukların tanrısı" yaklaşımları yerine tasarım delilleri türünden argümanlar olacaktır. Bu tarz argümanlar ileri sürmeyi amaçlamak da bilimsel faaliyet için ciddi motivasyon kaynağıdır. 12. Yüzyılda yaşayan ünlü İslam felsefecisi İbn-i Rüşd, varlığı inceleme faaliyetinin Allah'ı tanıttığına dikkat çekmiş, bunu yapan felsefenin ("felsefe" ifadesini, bugün "bilim" diye anılan alanları da kapsayacak şekilde geniş anlamlı kullanmıştır) zaruretine dikkat çekerek felsefe-bilim yapmaktaki motivasyon kaynağını ifade etmiştir: "...Allah'ın varlığına ancak yapılarının iyi bilinmesi sayesinde tanıklık ederler; ayrıca varlığın yapısı iyi bilindiği sürece Allah hakkında bilgi de tam olur. Din de, var olanların incelenmesini tavsiye ve teşvik ediyorsa, açıktır ki felsefe kavramının delalet ettiği şey din açısından zorunlu ya da tavsiye edilen bir husustur. Dinin var olanları akılla değerlendirmeye ve onları akılla bilmeye çağırdığı, şanı yüce Allah'ın Kitabı'nın birçok ayetinde apaçıktır..." Görüleceği üzere bilimin evrenin işleyişi ile ilgili bir takım kurallar bulması asla Allah inancını zayıflatmadığı, ortadan kaldırmadığı gibi aksine daha da güçlendirir. Zira bilimin bulduğu her yenilik "neden, nasıl?" sorularını da beraberinde getirecektir ve akl-ı selimle düşünen herkes bilim tarafından keşfedilen mükemmel tasarımın, ince hassas ayarların, hayatın vb. bilinçli bir var ediciye işaret ettiğini rahatlıkla görecektir. Allah'ı boşluklarda aramak Kur'an'ın temel ruhu ile çatışır. Çünkü bir mü'min için Allah sadece boşluklarda beliren bir varlık değildir; O evrenin her yeri ve her anına nüfuz eder. Doğadaki her olgunun arkasında izi vardır. Dolayısı ile hiçbir müslümanın "Boşlukların tanrısı" yaklaşımlarını benimsememesi gerekir. Özetlemek gerekirse, İslam inancında inandığımız Allah, Boşlukların Allah'ı değil, bizim Allah'a iman etmemizdeki yegane sebeplerden birisi evrende henüz bilimsel olarak açıklayamadığımız şeyleri açıklamak için ve o boşluğu doldurmak için değildir. Bilim Allah'ın varlığına dair apaçık deliller sunar, bizi Allah'a inanmaya yönelten asıl şey ise bilimsel olarak anlayamadığımız şeyler değil, bilimsel olarak anlayabildiğimiz şeylerdir.


Sonuç olarak "Boşlukların tanrısı" düşüncesi belki Tanrı'yı ispatlamak adına bir argüman olarak sunulabilir. Kendince makul yanları olmakla ve bazı teolojik problemlere çözüm üretmekle birlikte daha çok duygusal bir refleksten hareket etmektedir. Tanrı'yı indirgemekte; özgürlüğünü ve faaliyet alanını daraltmaktadır. Böyle bir tasavvur teizmin Rasyonel Tanrı tasavvuruna da aykırı görünmektedir. İslam inancının aşkın ve içkin olan geleneksel Tanrı tasavvuruyla da uyuşmadığı görülmektedir. Nihayetinde Tanrı'yı boşluklarda ve gizemlerde değil de evrenin her yerinde mutlak bilgi ve kudretiyle fail ve muktedir olarak tanımlamak mükemmel olarak tasavvur edilen Tanrı'nın doğasına daha uygun düşmektedir. Bu bağlamda bu tarz yaklaşımlar ne teistlerin körü körüne sarıldığı, ne de ateistlerin körü körüne saldırdığı bir alan olmaktan çıkarılmalı ve her iki tarafında daha farklı argümanlar üzerinde tartışması daha sağlıklı olacaktır.


--------------


Kaynaklar:


http://www.academia.edu/10796982/Boşlukların_Tanrısı_Kavramı_Üzerine_Bir_Değerlendirme_Evaluation_on_the_Concept_of_the_God_of_the_Gaps_

http://www.derindusunce.org/2007/03/20/god-of-the-gaps-ve-tanri-evren-tasavvurumuz-uzerine/

http://kutsalkitap.org/tartisma/tartisma-blog-006-bosluklarin-tanrisi/