Giriş
Bu çalışmada Kemal H. Karpat’ın
“Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik” isimli eseri incelenmiştir.
Yazar, kitabının Gagauz Türklerine ayırdığı son 2 bölümü haricinde diğer bütün
bölümlerinde Osmanlı’nın sosyal, siyasal, ekonomik unsurlarının bütüncül
şekilde anlaşılmadan Balkan milliyetçiliğinin ortaya çıkışı ve gelişiminin
anlaşılamayacağını savunmaktadır. Bu iddialarını farklı ülkelerin arşiv
kayıtları ve her ülkenin kendi tarihsel sürecinde almış olduğu pozisyonları
karşılaştırmalı değerlendirmeye tabi tutarak incelemiştir.
Bu çalışma boyunca değerlendireceğimiz
ilgili eser Balkan milletlerinin tarih yazımlarının taraflı tutumlarına karşı
farklı bakış açıları sunması, tarih içerisindeki tekil kişilerin almış
oldukları rollerin dönemin genel zihniyetini yansıtmasını göstermesi bakımından
önem arzetmektedir.
1-) KEMAL KARPAT’IN HAYATI, ESERLERİ
VE ETKİLENDİĞİ FİKİR ORTAMI
Tarihte hiçbir yazar yoktur ki herhangi
bir düşüncesini ortaya koyarken kendi yaşadığı çağın toplumsal sisteminden,
coğrafyasından veya siyasetinden etkilenmemiş olsun. Araştırma konumuzu teşkil
eden Kemal Karpat da bundan müstesna değildir. Dolayısıyla yazarın hayatını
bilmek ve ona nüfuz etmek onun ilim ve fikir dünyasının nasıl şekillendiğini
anlama veya onun bu çalışmasının odak noktasını bulabilme hususunda bizleri
yönlendirici mahiyette olacaktır. Bu bölümde Kemal Karpat’ın hayatından kısaca
bahsederek ve onun “Balkanlar’da Osmanlı
Mirası ve Milliyetçilik” isimli eserini tanıtarak bir anlamda bu makalenin
diğer bölümlerine dair bir perspektif sunmayı amaçlamaktayız.
Kemal Haşim Karpat’ın doğum yeri olan
Dobruca ilinin Babadağı kasabası hem tarihi hem stratejik açıdan Osmanlı için
önemli bir konumda bulunmaktadır. Osmanlı’dan önce Rumeli topraklarına gelen ve
oraların Türkleşmesine öncülük eden Sarı Saltık Baba’nın türbesinin de
bulunduğu bölge 1878 Berlin anlaşması sonrası Romanya’ya bırakılarak
Osmanlı’dan ayrıldı (Türkiye Diyanet Vakfı [TDV], 1991). Tam bir kaosun hakim
olduğu Balkanlar’da çocukluğunu geçiren Karpat, çeşitli etnik ve dini grupların
arasında yetişerek bölgeyi ilk elden tanıma imkanı bularak çeşitli Balkan
dillerine de hakim olmuştur.
Yaptığı çalışmalarla Osmanlı’nın tarihi
mirasını gün yüzüne çıkarmaya çalışmış ve Batı medeniyetine Osmanlı’yı tanıtan
öncü isimlerden olmuştur. Onun çalışmaları yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin
kendinden önceki mirası reddeden bir yaklaşımla kurulmadığını aksine
Osmanlı’nın geç dönem tarihi üzerine temellenen sosyal, ekonomik, kültürel ve
politik deneyimleriyle bağlantılı bir devamı olduğunu savunur. Sadece yeni
kurulan devletin değil aslen Osmanlı’nın da kendinden önceki Balkan tarihinin
ve kültürel mirasının üzerine kurulduğunu iddia eder. Kavimler Göçü ile Orta
Asya’dan Balkanlara gelen Türk kavimlerinin bölgeye yerleşerek dil ve kültür
yapısını değiştirmesi, Selçuklu zamanında bazı Türk Boylarının Balkanlara
yerleşerek yeni dil, din ve kültür unsurlarını oraya bırakması, Osmanlı’nın
kuruluş aşamasında Balkanlara yerleşmesini kolaylaştırmıştır. Karpat’a ve pek
çok tarihçiye göre esasen İstanbul’un ve Anadolu’nun fethinin tamamlanması,
Osmanlı’nın gerçek anlamda güçlü bir devlet haline gelmesi Balkanlar’ın
fethiyle gerçekleşmiştir. Osmanlı’nın çöküşü ise Balkanlarda gelişen
milliyetçilik düşüncesinin imparatorluğun geri kalan milletleri arasında
kökleşmesi, 1. Balkan savaşıyla ilk fethedilen toprakların bile elden çıkması,
1. Dünya Savaşı’nı tetikleyen olayın Balkanlar’da olması hatta yeni kurulan
devletin fikri altyapısını hazırlayan jöntürk
hareketinin Balkan milliyetçiliğine bir tepki olarak yine o coğrafya da ortaya
çıkması Balkanların Osmanlı ve Türk tarihindeki önemini kendiliğinden ortaya
çıkarmaktadır (Karpat, 2012a, s. 7).[1]
İncelediğimiz eser Karpat’ın muhtelif
zamanlardaki çalışmalarından derlenmiştir. Eserin içeriği Balkanlar’da
milliyetçilik düşüncesinin siyasi ve sosyal temelleri ve bunlarla alakalı yan
konular, Yunan, Bulgar, Romen, Sırp ve diğer milletlerin ulus devlet kurma ve
bağımsızlık hareketleriyle her birinin kendi içerisinde farklı dinamiklerinin
incelenmesi, jöntürk hareketi ve bizzat kendi yetiştiği çevre dolayısıyla
Gagauz[2]
Türklerinin tarihi ve folklör çalışmalarına ayırdığı bölümleri kapsamaktadır.
Yazar Balkanlardaki her bir milletin kendi
milliyetçilik düşüncesini inşa ederken çoğu halde yapay unsurlarla ve dış
müdahalelerle bu düşüncenin beslendiğini savunur görünmektedir. Çünkü Avrupa
benzeri bir kültürel aşamadan geçmeden Balkanlara gelen milliyetçilik düşüncesi
gerek Avrupa devletleri gerek Rus yayılmacılığından kaynaklı olarak siyasi,
askeri ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmiştir. Esasında dil,
tarih, duygu, düşünce ve ülkü birliği anlamlarını içeren milliyetçilik
Balkanlarda bazen sadece dil bazen sadece din bazen her ikisi ya da sadece dil
ve tarih gibi formlara bürünerek ortaya çıkmış sonraki dönemlerde ise çatışma
unsurlarına neden olmuştur. Karpat, 1878’den sonra Balkan
milletlerinin tarih yazımının yeni kurulan ulus-devletlere uygun şekilde
radikal biçimde yeniden tesis edildiğini söyler. Bu tarih yazımının temel
iddiası, aslında çok eski çağlardan beri her milletin var olduğu fakat bu duruma
yaraşır hakların yeni yeni tesis edildiği, daha önce bu hakların tanınmamış
olma nedenlerinin ise Türklerin[3]
yüzyıllar boyu uyguladığı baskı ve zulüm olduğu; Osmanlı öncesi geçmişlerin ise
şan ve şeref dolu olduğu dolayısıyla Berlin anlaşmasında tanınanlardan daha
fazla hakka tarihsel olarak sahip olduklarının öne sürülmesidir (s. 19).
Yazar bu düşünceyi belgelerle eleştirmekle
birlikte bölgeyi anlamanın en iyi yolunun Osmanlı’nın toplumsal tabakalaşma
sistemi, millet görüşü, geleneksel cemaatçi yapının çöküşü, Balkanlarda dinsel
kimliğin bir parçası olan etnik kimliğin nasıl ulusal kimliğe büründüğü,
geleneksel toprak sisteminin bozularak kapitalizmin desteklediği yeni zengin
sınıfın iktisadi ilişkileri ve ayânların konumları gibi farklı mefhumların
hepsinin bir arada değerlendirilmesiyle Balkanlardaki milliyetçilik
düşüncesinin anlaşılabileceğini savunmaktadır. Bununla beraber Balkanlardaki
her milletin kendine özgü gelişim çizgisi olduğu ve milliyetçiliğin bu
dinamiklere bağlı olarak bağımsızlık kazanımlarında farklı şekillerde tezahür
ettiğini ifade etmektedir.
Balkan savaşları sonrası yapılan
anlaşmalardan doğan ilişkiler, yeni kurulan Türk Devletiyle yapılan nüfus
mübadeleleri, 2. dünya savaşıyla beraber Balkanlardaki yükselen Marxist
hareketler, hem Osmanlı zamanında hem yakın zamanlarda Balkanlarda Türklere
uygulanan soykırımlar üzerine ortaya koyduğu farklı bakış açıları ve bunu ilmi
yöntemlerle desteklemesi bugünleri anlama noktasında Kemal Karpat’ın
çalışmalarını bizce eşsiz kılmaktadır.
Çalışmanın diğer bölümlerinde eserin ifade
ettiği Balkanları ve genel olarak Osmanlı toplumsal yapısını açıklamaya ve onun
temelleri üzerinde şekillenen milliyetçiliğinin farklı milletler üzerindeki
seyrini ifade etmeye çalışacağız. Ancak Balkanlar meselesi hacimli bir mesele
olduğu için biz sadece Karpat’ın kitabında ağırlıklı olarak değindiği 1. Dünya
savaşı başlangıcına kadar olan Balkanlar’daki milliyetçiliğin seyriyle konumuzu
sınırlandıracağız. Sosyalist rejimler ile tekrar sınırları çizilen
milliyetçilik meselelerini nispeten konu dışı bırakacağız.
[1] Atıf
yapılan bu eser Kemal Karpat’ın bu makalenin tamamında kullanılacak “Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik”
isimli eserini belirtmektedir. Dolayısıyla bu makale boyunca sık sık
yararlanılacağı için kullanım kolaylığı açısından bundan sonra bu esere
gönderme yapılırken sadece sayfa numaraları belirtilecektir.
[2] TDK
sözlüğünde Gagavuz olarak geçmektedir. Ancak Kemal Karpat bu milletin isminin
Osmanlı’dan önce Balkanlara göç eden Hristiyan Selçuklu Türklerine atıfla
“Keykavus” isminden ve bölgesel ağız yapısından kaynaklı “k” harfinin “g”
olarak okunarak “Gagauz”a dönüştüğünü belirtmektedir. Kendisi bu kullanımı
tercih ettiği için bizde bu kullanımı tercih etmekteyiz.
[3] Ünlü
tarihçi Bernard Lewis’in de kabul ettiği bu düşüncenin temel savı Türk isminin
Müslüman ismiyle bütünleşmesidir ki tarih yazımında ikisi sıklıkla birbirinin
yerine kullanılmaktadır. Aslında bu kullanım Osmanlı cemaatçi yapısının din ve
millet bütünleşmesinin Batılı tarihçiler tarafından da kabul edildiğinin mümtaz
bir örneğidir. Karpat ise bundan kaynaklı Balkan milliyetçiliğinin hem türk hem
Müslüman karşıtı bir hareket olarak cereyan ettiğini kastetmektedir.
2-) OSMANLI AÇISINDAN
BALKANLAR
Önceki bölümde Osmanlı’nın güçlü bir
devlet olarak Balkanlar’da belirmesinin sebebinin o coğrafyanın tarihi ve
kültürel temelleri üzerinde olduğundan bahsetmiştik. Bu meseleyi biraz açalım;
1878 Berlin Anlaşması sonrasında Balkan aydınları kendi milletlerinin tarihini
en erken 3. yüzyıla kadar götüren çalışmalarda bulunmuşlardır. Aslında bu
iddialarında haklılık payları vardır. Gerek Hırvatlar[1] gerek
Bulgarlar[2]
gerekse Sırplar[3] olsun 3 ila 6. yüzyıl
arasındaki Hun akınlarına karşı kendilerinin dinsel önderliğini yapan Bizans
himayesinde kurulmuş küçük siyasi mülklerden ibaret topluluklardan
oluşmaktaydılar. İlk milenyumun sonlarına doğru özellikle Sırplar tarafından
ilk devlet nüveleri kurulmaya çalışılsa da genel anlamıyla 3. yüzyıl ile 14.
yüzyıl arasında bugünün Balkan ulus-devletleri arasındaki etnik süreklilik
iddialarının temelleri yoktur. Çünkü esasen pek çok toplum gibi Balkanlar da
etnik bilince sahip bir nüfus üzerine değil daha çok din bağlılığına sahip ve
sürekli demografik karmaşanın hüküm sürdüğü gruplardan oluşmaktaydı (s. 24).
Bu gruplar arasındaki çatışmalar ve
bölgenin istikrarsızlığı Bizans’a malediliyor ve bölge halkının bir kısmı yavaş
yavaş Rumeli’ye geçen Türklerin tarafını tutuyordu. Bir yanda Anadolu
Selçuklularının parçalanmasından arta kalan irili ufaklı Türk beyliklerinin
konumlandığı Anadolu, diğer yanda ise Sırpların, Bulgarların, Cenevizlilerin
olduğu Bizanslı Rum Ortodoks köylüleri ve Türk göçebelerinin bir arada yaşadığı
Balkan coğrafyası (Oruç, 2011, s. 27). Bu topraklar üzerine yerleşen Osmanlı,
uyguladığı fetih ve iskan politikasıyla kendisini durduracak bir devletin
yokluğundan da faydalanarak Balkanlara yerleşmiş oldu.
Osmanlı’nın Balkanlar üzerinden Avrupa’ya
doğru ilerleyişi 1683 yılında 1. Viyana seferiyle durakladı. Bu tarihten sonra
Avrupa devletleri ve Rusya, askeri ve siyasi saldırılara başladılar; bu da
Osmanlı toplumunun çözülmesine, hem doğrudan hem dolaylı olarak Balkanlar’daki
bağımsız devletleri kuran Berlin Anlaşması’ndan önce su yüzüne çıkmış olan
milliyetçi duyguların gelişmesine neden olan ilk ve en önemli neden oldu (s.
30). Bu tarihten sonra devletler her fırsatta Osmanlı’nın içişlerine karıştı.
1711 yılında Osmanlı’nın Rusları Prut’ta
yenmesiyle Rum Ortodoks Kilisesi bir muhalefetle karşılaştı. Fener Rum
Kilisesi’nin seçkinleri olan zengin tüccar aileleri 1711 ve 1716’da Eflak ve
Boğdan’ın yöneticilerini Fenerli Rumlarla değiştirerek Bab-ı Ali’nin tebaası
olmakla birlikte siyasi elitler olarak bir ülke yöneten dinsel bir topluluk
haline geldi (s. 33). Bu dönüşümle Balkanlar’daki Yunan olmayan kiliseleri
kapatarak yerlerine kendi soydaşlarını atadılar. Kiliseler İstanbul Fener
Patrikliğine bağlanarak eğitim dilleri Yunanca yapıldı. Tüm bunlar karşısında
Rum olmayan Hristiyan tebaanın tepkisi ve Bab-ı Ali yönetiminin rıza
göstermesiyle kendi dilleriyle eğitim veren milli kiliseler açıldı. Aslında
safi anlamda milliyetçilik düşüncesiyle milli kiliseler açılmadı. Daha çok eğitimde
ve günlük yaşam içinde Rumca bilmeyen toplumun yaşayışının etkilenmesi ve kendi
kültürlerini unutmaya başlayan yeni nesle karşı bir refleksle hareket
ediliyordu. Ancak daha sonra Osmanlı içişlerine karışmak isteyen devletler için
dil üzerinden bölünmüş büyük etnik gruplar kullanışlı oldu ve kiliseler
üzerinden Osmanlı üzerinde söz sahibi olunmaya çalışıldı.
1856 Islahat Fermanıyla verilen eşitlik
sözü üzerinden artık fiili olarak Hristiyan tebaa Avrupalı devletlerin gayrı
resmi koruması altına sokulmuş oldu. Böylece Balkanlar’daki milliyetçilik
düşüncesinin gelişmesi temelde din ve dil üzerinden olmuştur. Ancak Osmanlı’nın
toplumsal yapısındaki sosyo-ekonomik karışıklıklar ve dönüşümler olmasaydı
şüphesiz Balkanlar’da oluşan bu milli heyecan sadece bu yönüyle sınırlı kalırdı
(s. 34).
Osmanlı Devleti resmi olarak müslümandı ve
şeriat uygulanıyordu. Ancak nüfusun heterojen kültürel-dini yapısı nedeniyle
hukukun kaynağı olarak sultanların iradeleri ve örfi laik hükümlerde
uygulanıyordu (Karpat, 2012b, s. 37). Bundan kaynaklı Müslüman ve
gayrimüslimlerin dini, kültürel ve eğitimsel tercihleri de devlet tarafından
düzenleniyordu. Osmanlı’ya özgü olan bu dine dayalı millet sistemi içerisinde
imparatorluğun başlangıcından beri Hristiyan zümrelerin varlığına izin verilmiş,
Osmanlı’da millet diye adlandırılan her din grubuna geniş özerklik tanınmış,
eğitim, mahkeme, hayır kurumlarının yönetimi din görevlilerinin kontrolüne
bırakılmıştır (Uğur, 2018, s. 89). Böylece devlet, millet sisteminin çizdiği
sınırlarla kolektif dini kimlikler aracılığıyla tebaasıyla ilişki kuruyordu. Bu
zaviyeden Balkanlar’da Osmanlı tarihini etnik ya da ulusal kimlikler üzerinden
okumak kaçınılmaz bir biçimde anakronik olacaktır. Ulusal kimlikler ancak 19.
yüzyılda teşekkül eden Balkan ulus devletleriyle mümkün olabildiler (Oruç,
2011, s. 67).
Başka bir deyişle Osmanlı’nın Balkanlara
ilk gelişinden itibaren uyguladığı ve Fatih Sultan Mehmet ile sistemleştirilen
millet sistemi ve buna uygun cemaatçi yapı ile bütünleşince ortaya cemaat
milliyetçiliği[4] diyebileceğimiz yapı
ortaya çıkarak etnik milliyetçiliğin oluşmasına izin verilmemiştir. Aslında
Osmanlı Devleti dönemin Sofya elçisi ve Hariciye nazırı olan Asım Bey’in
sözlerinde[5]
yansımasını bulduğu üzere etnik milliyetçiliğe çok önem vermemiştir. Ancak
Balkanlar’daki topraklarını kaybedince milliyetçiliğin gücünü idrak
edebilmiştir. Bu tarihten sonra ilk kez Balkan milliyetçiliğine karşı olarak
gelişen Türkçülük düşüncesi jöntürk hareketiyle hız kazanmış ve yeni devletin
kurucu kadrosunu etkilemiştir.
Osmanlı toprak sistemindeki değişmeler ve
kapitalizmin gelişmesi de milliyetçilik düşüncesini besleyen başka unsurlar
yaratmıştır. Osmanlı içerisinde ticaretin liberalleşmesiyle özellikle Osmanlı
yönetim çevrelerinde etkisi olan ve servet biriktiren tüccar sınıfları
belirmeye başladı. Bu tüccar sınıfı ticaretin daha da serbestleşmesi için
sadrazamları ikna etmiştir. Diğer taraftan onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru
siyasal ve askeri gelişmelerin desteklediği Hristiyan tüccar sınıfının sayısı
Müslümanlara nazaran ciddi artış göstererek Osmanlı içerisinden dışarıya doğru
göç hareketlerine sebep olmuştur. Yeni ortaya çıkan bu eğitimli sınıf
yurtdışında önemli başarılar kazanarak kendi toplumlarının milli düşüncelerinin
gelişiminde büyük rol oynamışlardır (s. 71). Âyan sınıfı da ortaya çıkan bu
yeni sosyo-ekonomik koşulların ürünü oldular. Âyanlar, Osmanlı merkezi
otoritesini tehdit etmeye başlayınca hükümet bu tehdide son vermek istemiş
fakat alınan önlemler dolaylı olarak milliyetçilik düşüncesini perçinlemiştir.
Karpat (2006, s. 23) bu durumu şöyle ifade etmektedir:
…üst sınıf Müslüman gruplarının güç aldıkları çiftlikleri
ve Rumeli ve Anadolu’daki büyük toprak işletmelerinin etkilerinin azalmasını
sağlamaktan başka çıkar yolu kalmamıştır. Bu nedenle, Hristiyan kitleleri
ayanlara ve yeniçerilere karşı dolaylı olarak desteklemiştir. Bunun en iyi
örneğini Bosna valisi Ebubekir Paşa’nın, Pasvanoğlu yamaklarına ve dayılarına
karşı Sırp asilerle işbirliği yapması oluşturur. Bunu yaparken kuşkusuz
istemeden, Sırpların bağımsızlık isteklerini desteklemiştir.
Buraya kadar görüldüğü gibi Balkanlar’daki
milliyetçilik düşüncesini etkileyen sosyal, ekonomik ve siyasal ortak bazı
belirleyicilerden bahsedildi. Bu ortaklıklar üzerine nispeten büyük etnik
gruplara sahip Sırp, Bulgar, Romen, Yunan ve diğer azınlık etnik Balkan
gruplarının kendi coğrafi, dil özellikleri ve tarihsel geçmişleri eklenerek
farklı milliyetçilik tezahürlerine sebep olmuştur. Yani hepsi esasında benzer
geçmişlerinden dolayı birbirlerini etkileyip etkilenmiş fakat her etnik grubun
kendine has istisnai özelliği dolayısıyla milliyetçiliğe farklı reaksiyonlar
göstermişlerdir. Sebep her ne olursa olsun Balkanlar’daki milliyetçilik
düşüncesi hem Osmanlı’yı ortadan kaldırmış hem de bugün bile çözülemeyen Balkan
sorunlarını bizlere miras bırakmıştır.
[1] Karatay, O. (2013). Hırvatların
Kökeni ve Ortaçağ Tarihi. B. Gökdağ (Ed.). Balkanlar
El Kitabı (99-108). Ankara: Akçağ Yayınları.
[2] A.g.e, s. 109-132
[3] A.g.e, s. 133-142
[4] Kemal
Karpat bu ifadeyi Osmanlı’nın geleneksel yapısını anlatırken kullanmaktadır.
[5] Asım
Bey Balkanlar’da bir savaş olma ihtimalini o kadar düşük görmüştür ki Mebus
Meclisine yaptığı konuşmasında Balkanlar için “imanım kadar eminim” tabirini
kullanmıştır. Böylelikle askerleri terhis etmiş ancak Balkan savaşları patlak
verince asla ayrılmaz denilen Balkan topraklarını kaybetmiştir (Uğur, 2018, s.
221).
3-) BALKAN
ULUSLARINDA MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK
Bu bölümde ismi zikredilecek her bir
Balkan devletinin milliyetçilik seyrini daha iyi analiz etmek için yukarıda
bahsedilen genel koşulların eşlik ettiği özel koşullardan bahsedilecektir. Bu
özel koşullar her bir millet için kendi tarihsel seyirlerinde ortaya çıkan
coğrafi, dilsel, dinsel ve diğer mefhumların farklılığından kaynaklanmaktadır.
Bu farklılıklar her yerde milliyetçilik düşüncesini ortaya çıkarsa da her yerde
aynı şekilde ve tek tip milliyetçilik düşüncesi ortaya çıkarmamıştır. Bizde
Karpat’ın kitabında bahsettiği kadarıyla bu milletlerin özel durumları hakkında
kısaca bilgiler verip bölgede gelişen milliyetçilik düşüncesi ve ulus-devlet
kurma seyirleri hakkında bütüncül bir kavrayışın sağlanacağını öne sürmekteyiz.
3.1
Bulgaristan
İktisadi koşulların şekillendirdiği bir
ortamda yeşerme imkanı bulan Bulgar milliyetçiliğinin en önemli sebebi zengin
bir Bulgar orta sınıfının olmasıdır. Büyük oranda 1797 yılında Pazvantoğlu
Osman ayaklanmasının sonucunda Bulgar köylülerinin kurulu düzenleri bozuldu ve
bazıları ticarete yöneldi. Rusya’nın desteklediği Panslavizm politikası ve
Eflak’ta yetişen Bulgar aydınların gayretleri neticesinde milli bir uyanış
oldu. Aslında bu milli uyanışın asıl nedeni Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı
verilen mücadeleydi. Çünkü patrikhane tüm eğitim kurumlarında yunanca eğitim
verdirmiş ve toplumsal hayatı Rum kökenli din adamlarının kontrolüne vermişti.
Bu mücadele Bulgar aydınları ile orta sınıf gruplarının kültür ve dil
temellerinde bir araya gelmelerine katkıda bulundu ve milliyetçiliği körükledi
(s. 107).
Bulgaristan’ın coğrafi konumu ve dağlık
yapısı Karadeniz’in ve Boğazların korunması için oldukça stratejik öneme
sahipti ve Ruslar için bu durum önem taşımaktaydı. Osmanlı kurulmadan önce
bugünkü Bulgaristan sınırları içerisinde çeşitli Türk grupları zaten yerleşik
vaziyetteydi. 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar da sayısal üstünlük korunmuş
haldeydi. Bulgarlar 93 harbi etkisi ve 1878 yılında Rusların yardımıyla fiilen
bağımsızlıklarını kazanınca bölgedeki Türk nüfusundan kurtulmak istemiştir.
Bölgedeki çatışmalar yer yer soykırıma[1]
varacak derecede bir katliama ulaşmış ve ciddi oranda Türk nüfusu
kaybedilmiştir. 1875-1878 Büyük Doğu bunalımının getirdiği çatışma ortamında ve
Balkan Savaşları esnasında Balkan Türklerinin ve diğer Müslüman unsurların
maruz kaldığı katliamlar Osmanlı’nın bölgeden tasfiye edilmesinden sonra da
devam etmiştir (Öztürk, 2018, s. 34). Ancak bölgedeki Türk nüfusunun birdenbire
gönderilmesi neredeyse tamamı tarımla uğraşan Türk köylüsünün de gönderilmesi
demek oluyordu. Bulgaristan daha çok Türkleri hristiyanlaştırarak asimile etme
yolunu tercih etmiş ve kendi milli kalkınmaları sağlamaya çalışmışlardır.
1908 yılında ise Bulgaristan Osmanlı’dan
resmen ayrılmıştır. Yaklaşık 500 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan Bulgarlar
açısından bu nüfusu yerinden etme politikaları; mübadele anlaşmaları, 2. Dünya
savaşı sırasında Türkiye’nin Bulgar nüfusuyla tehdit edilmesi de dahil hala
günümüze kadar ama azalarak devam etmektedir. Bulgar milliyetçiliğinin türdeş
bir nüfus yaratabilmek üzere tarihsel olarak ötekileştirdiği Osmanlı geçmişinin
şimdiki zaman içindeki uzantısı olan Müslüman ve Türk unsurları dönüştürmek,
asimile etmek ya da eritmek üzere uyguladığı politikalar hala Türkiye ile
Bulgaristan arasında problemlere neden olmaktadır (Oruç, 2011, s. 135).
3.2
Sırbistan
Sırpların milli uyanışı ve devlet kurma
süreçleri ilk ve en etkili olarak 1804 köylü ayaklanmalarında görülmektedir.
Aslında bu ayaklanmalar merkezi otoritesini güçlendirmek isteyen Osmanlı’ya
karşı klasik Anadolu köylü ayaklanmalarının bir benzeriydi. Napolyon’un Ruslara
karşı desteklediği Osmanlı ordusu isyanları bastırabilmiştir. Ancak Osmanlı’yı
parçalanmış olarak görme arzusunda olan Rusya iyi bir diplomat olan Miloş
Obredonoviç’i destekleyerek 1830 yılında Sırbistan’a geniş bir özerklik
kazandırdı (s. 46). Hemen eğitim alanında atılımlara başlayan Sırbistan bunun
kazanımlarını 1850 yılından sonra hissedilir şekilde gördü. Ancak burada
Obredonoviç’in[2] doğrudan bir Sırp
milliyetçisi olmaması ilginçtir. O kendi ideallerini gerçekleştirmek isteyen
bir şahsiyet olarak halkı tarafından destek bulma amacıyla bu halk tabanını
kullandı ve farkında olmadan daha sonra şiddeti hissedilecek Sırp
milliyetçiliğini yaydı. Sırbistan’ın içinde bir yandan bunlar olurken diğer
yandan dışarıda Akdeniz üzerinde İngiltere’nin hakim güç olması Sırplar
üzerinde Osmanlı’nın çözüleceği izlenimi bıraktı. Böylece Sırp politikacılar
Bosna ve Hersek, Arnavutluk ve Karadağ gibi diğer Balkan topluluklarına doğru
yayılmaya başladı (s. 47).
Sırp ulusal kilisesi ve Bulgar ulusal
kilisesinin kurulması Ortodokslar arasındaki dini anlayış farklılıklarından
ziyade diğer kültürel farklılıklardan destek alan, aslında ulusal nitelikte
birer ayrışmaydı (Saatçi, 2009 s. 19). Bu kültürel farktan dolayı Sırp milli
uyanışının entelektüel ayağı Bulgarların aksine milli bir Sırp Kilisesi’yle
olmamıştır. Bulgarlara nazaran okullaşmanın da etkisiyle Sırp milliyetçiliğinin
izlerini daha çok dil ve etniklik üzerine dayalı laik bir edebiyat hareketinde
görmekteyiz. Ancak bunun yanında kilisenin etkisi tümden yok değildir. Karpat
bu durumu şöyle özetlemektedir (s. 100):
Sırp devleti ile kilise arasındaki ilişkiler,
çoğunlukla, evrensel düşüncelere sahip kilisenin milli bir devletin
sınırlamalarına uyum sağlamadaki yetersizliği nedeniyle daha en baştan
gerilmişti. Sırplar, kendi topraklarını genişletmek ve kültürlerini yaymak
amacıyla patrikhanelerin gücünü etkin bir şekilde kullandılar. Ancak çok
geçmeden bütün bu çatışmalar, Bizans’ın tarihsel bir mirasıyla herhangi bir
ilgisi olmaksızın laik devlet lehine çözümlendi. Böylece, Sırbistan ve daha
sonra Bulgaristan’ın durumunda dil, etnik kültür ve ondördüncü yüzyıl Türk
fetihlerinden önceki tarihsel devletlerinin anıları milli kimlik kaynakları
olarak hizmet etti. Kendi kiliselerinin tarihi, Bizans patrikhanesiyle ilgili
olarak Yunanistan’ın durumunda olduğu gibi milli devletlerin amaçlarını
belirleyen başlıca güç olarak değil, fakat milli kültürlerinin oluşumuna katılan
önemli bir girdi olarak görülüyordu.
1875 yılında yeni savaş teknolojisine
sahip olmayan Sırpların isyanı Osmanlı tarafından bastırıldı. Ancak Bulgaristan
örneğinde olduğu gibi 93 harbinde yıpranan Osmanlı, sonrasında imzalanan Berlin
anlaşmasıyla topraklarını Sırbistan’a bırakmak zorunda kalmış böylece Sırbistan
bağımsız olmuştur. Birinci ve İkinci Balkan Savaşları sonrasında ise
Sırbistan’a Makedonya’nın bir kısmını da bıraktı (Gökdağ ve Karatay, 2013 s.
352). Ülke içerisinde bulunan Türk azınlığı tasfiye eden Sırplar çok yakın
zamanlara kadar bu tasfiye işlemlerini yer yer kanlı bir şekilde sürdürmeye
devam etmişlerdir.[3]
3.3 Yunanistan
Diğer Balkan uluslarında olduğu gibi aynı
şekilde Osmanlı’nın kuruluşunda ve ilk yıllarında da herhangi bir Yunan devleti
bulunmuyordu. Ancak Yunan’ların özellikle İstanbul’da yaşayan Fener Patrikliği
neticesinde millet olma yolunda diğerlerinden farklı olarak siyasal bakımdan
güçlü temelleri bulunmaktadır. Rumların ve Ortodoksların kaderi büyük oranda
Fatih Sultan Mehmet’in çizdiği sınırlar içerisinde tayin edilmiştir. Patrik tüm
Ortodoksların temsilcisi olarak geniş siyasal yetkilere sahip olmuştur. Bu
geniş siyasal yetkiler üst düzey yetkililer için kârlı deniz ticareti yapma
olanağı tanımış ve çok zengin tüccar sınıfının ortaya çıkmasına sebep olmuştur
(s. 88). Rumca konuşan bu tüccarlar İstanbul gümrüklerinde çok sayıda ayrıcalık
kazanmışlardır. 1711 ve 1716 yıllarında Eflak ve Boğdan yöneticiliğine bu sınıf
mensupları atanmış adeta Osmanlı’ya bağlı ancak kendi devletlerini yöneten
hükümdarlar gibi olmuşlardır. Bu soylu sınıf Bizans soylu sınıflarından
geldiklerini iddia ederek kendi geçmişlerini aramaya giriştiler ve pek çok
manastır ve okul kurdular. İşte kurulan bu okullar neticesinde orada yine
Ortodoks olan Sırp ve Bulgarlar bile kendilerini Yunanlı olarak tanımlar
olmuştur (s. 90). Yunan milli hareketinin gerçek ideolojisi yabancı ülkelerde
bulunan bu eğitimli zengin sınıf arasında gelişme fırsatı bulmuş, Sırp ve
Bulgarlar’ın tepkisi ise artan bu Rum Ortodoks etkisine karşı olmuştur.
1821 yılında başlayan ve 1827 Londra
Antlaşması ile özerklik ve takip eden yıllarda bağımsızlık kazanılması ile
sonuçlanan bir Yunan isyanı ortaya çıkmıştır. Bu isyanı Osmanlı ile Rusya
arasındaki ilişkiler ve bu dönemde yapılan savaşlar etkilemiştir. Ancak bu
isyan dinsel değil daha önce uyanan etnik milliyetçi düşüncenin yansıdığı bir
karakter sergilemektedir. Yani bu isyan ile Yunan milliyetçiliği ve patrikhane
arasında kavramsal ve tarihsel açılardan farklılık bulunmaktadır (s. 92):
Yunan milli devletinin ortaya çıkışını yeni güçlerin
oluşturduğu çağdaş bir toplumsal ve siyasal bir hareket olarak görmek ve Yunan
milliyetçiliğinin antik dinsel ve kültürel simgelerle bağlılıkları, modern bir
devlet çerçevesi içinde yeni bir kimlik ve bağlılık oluşturmak için gerekli
araçlar olarak kullandığını düşünmek daha doğru görünmektedir. Patrikhanenin Megali İdeası[4] yani
Bizans İmparatorluğu’nun yeniden canlandırılması Yunan milli hükümeti
tarafından benimsendi ve sonra da en başta kendi dış politika amaçları
nedeniyle kullanıldı. İç politika’da ise Yunanistan Bir Bizans devleti olarak
değil fakat milli bir devlet olarak gelişti.
Bağımsızlık kazanıldıktan sonra Yunan
milli kilisesi kurulmuş ve aslen İstanbul kilisesiyle bağlılıklarını sürdürseler
de hak ve sorumluluk bakımından ayrılmışlardır. Bu olay 1844 yılı gibi Sırp ve
Bulgar milliyetçiliklerinin ve bağımsız konumlarının elde edilmediği erken bir
tarihte meydana gelmiştir. Bu olay tüm Balkanların Helenleştirilmesinin bir
nevi önüne geçmiştir. Ancak Diğer ulusların milli kiliseler önderliğinde milli
devlet oluşturma sürecini hızlandırdığı muhakkaktır. Bu olay bizlere net bir
şekilde Osmanlı yönetiminin ne eski düzeni zayıflatan ilişkilerin doğasını ne
de milliyetçiliğin gücünü kavrayamadıklarını göstermektedir. Sultan daha çok
Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasını Rusya’nın fesat hareketlerinde
görmekte ve yükselen milliyetçilik için önlem almamaktaydı.
3.4 Romanya
Eflak ve Boğdan’ın ekonomik ve stratejik
önemi tarihsel olarak Sırbistan ve Bulgaristan’a kıyasla Osmanlı’ların bu
bölgeyi devamlı göreli bir şekilde özerk bırakmaya zorlamıştır. Osmanlı
tarafından uygulanan bu politika Slavlar tarafından bu milletin özümsenmesini
engelleyen en güçlü araç oldu (s. 79). Çünkü özerk bir şekilde ticaret yapılan
ve tarım açısından oldukça zengin olan bu bölge Avrupa’nın kapitalistlerini
finanse etme görevini edinmiş ve bölgenin istikrarının devam etmesi açısından
milli uyanış, oluşan koşullar tarafından adeta bastırılmıştır. Buraların
yönetimi 19. yüzyılın ortalarına kadar ünlü Fenerli Rumlar’ın elinde olunca
Romenler arasında dil ve din açısından da bir milli uyanışın gerçekleşmesi
doğal olarak beklenemezdi. Çünkü imzalanan ticaret anlaşmalarından dolayı
bölgeye nerdeyse hiç giremeyen Türklerinde yokluğunu fırsat bilen Sırp, Bulgar
ve Yunanlılar bölgeyi hızla asimile etmeye çabalamıştır.
Bu gelişmeleri dikkate alırsak 1800lerin
başlarında Romanya’da ortaya çıkan milli tabanlı ayaklanmaların aslen
Osmanlı’ya karşı değil daha çok bölgeyi Helenleştirmeye çalışan Yunan ve
Ortodoks Slav politikasını destekleyen Ruslara karşı olduğu ortaya çıkacaktır
(Uğur, 2018, s. 122). 1829 Edirne anlaşmasından sonra bölgede nüfuzunu artıran
Rusya sayesinde Fransız İhtilali sonucunda ortaya çıkan fikirler tüccarlar
vasıtasıyla Romanya’ya daha kolay girme fırsatı bulmuştur. Dolayısıyla Romen
milli uyanışı Yunan, Bulgar ve Sırp milletlerinde görüldüğü gibi doğrudan etnik
ve dinsel Müslüman karşıtı bir çizgi takip etmemiş daha çok edebiyat ve kültür
alanında milli uyanış gerçekleşmiştir (s. 81). Bu milli talepler asla
Romanya’nın kendi halkının isteği neticesinde olmamıştır. 1848 devrimleri, 1853
Osmanlı-Rus Savaşı ve 1856 Paris Barış Konferansı gibi olaylarda bu bölgenin
akıbeti belirlenmiştir. Osmanlı Devleti, 1861’de Eflak ve Boğdan’ın başkenti
Bükreş olan tek bir ülke, Romanya olarak birleştiğini kabul eden bir ferman
imzalamıştı. İki prensliğin “Romanya” adı altında birleşmesi Osmanlı Devleti
tarafından Paris Antlaşması’na aykırı olduğu gerekçesiyle önce tanınmasa da
daha sonra Büyük Devletlerin de onayladıkları bu birleşme, Osmanlı Devleti’ne
kabul ettirilmiştir. Berlin anlaşmasıyla bu bağımsızlık pekiştirilmiştir.
Romenler kısmen Batı’daki örneklerine benzeyen daha ılımlı, bir ölçüde liberal
bir milliyetçiliğe sahip oldular, çünkü bu milliyetçilik kendi kurulu sınırları
içinde ve kendi kültürel ortamında evrimleşti. Romanya’da milliyetçi düşüncenin
ortaya geç çıkmasının asıl sebebi ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına dek
ortaya çıkmayan, uygun bir orta sınıf siyasal önderliğinin bulunmayışında
yatmaktadır (s. 85).
3.5
Gagauzlar
Bu makalenin konusu olan kitabın iki
bölümü Gagauzların tarihi kökeni ve folkloru ile Selçuklu-Anadolu kökenlerinin
incelenmesine ayrılmıştır ancak bu bölümler kitabın genel çerçevesi ile uyumsuz
görülmektedir (Doğar, 2017, s. 44). Çünkü Karpat buraya gelene kadar daha çok
sosyo-ekonomik özelliklere atıfla milliyetçiliğin gelişimini açıklıyordu. Ancak
burada nerdeyse tamamen demografik ve etnik unsurlarla bir açıklama içine
girmektedir. Osmanlı’nın Balkanlara gelmeden önce yerleşik halde bulunan Türk
nüfusu sayesinde örgütlenmesinin kolay olduğundan bahsetmiştik. Karpat,
Gagauz’ların da Osmanlı’nın yerleşmesine kolayca uyum sağladığından bahseder.
Ancak bu örgütlenmede milliyet değil din etkili olmuştur. Dolayısıyla aslen
Hristiyan olan Gagauz Türklerinin milli kimliklerini koruma sebepleri
Osmanlı’nın bu Türk grubuna uyguladığı istisnai bir politika değildi. Din ve
milliyetin bu kadar ayrık olmadığı Ortodoks nüfusu içinde nispeten az sayıda ve
Hristiyan olan Gagauz Türkleri’nin Rusya’nın slav politikasıyla da uyumlu
olması kendi varlıklarını adeta teminat altına aldırmıştır. Ancak ilginçtir ki
Gagauzlar Osmanlı ile kaynaşmamasına rağmen kendileriyle aynı dil ve aynı din
mensubu Bulgarlar’la da kaynaşmamışlardır (s. 340). Kapalı bir grup özelliği
gösteren Gagauzlar’ın nüfusunun azlığı diğer Balkan Ülkeleri için bir tehlike
unsuru da yaratmamakta ve çok küçük bir alanı kapsadığı için tarihte bu grupla
hiç kimse şiddetli çatışmalara girmemiştir. Bu grup Türk, islam ve Hristiyan
kimliğinin sentezlendiğini bir kavşak noktasında durmaktadır. Aslen milli
kimliklerini ise bu başarılı senteze borçludurlar.
3.6 Diğer
Balkan Ülkeleri ve Milliyetçilik Düşünceleri
Karpat kitabında diğer Balkan ülkelerinin
de uyanan milli hareketleri detaylarıyla ayrı başlıklar altında incelememiş
fakat satır aralarında yine de önemli bilgilere değinmiştir. Ayrıca bu
devletlerin bazıları bağımsızlığını diğer uluslara göre çok geç bir tarihte ve
sosyalist rejimler gördükten sonra kazanması hasebiyle konumuza dahil
olmamaktadır. Dolayısıyla bu bölümde hepsini aynı başlık altında ele alıp
kısaca değerlendireceğiz.
Bosna Hersek, Makedonya, ve Kosova’nın
çoğunluğunu Müslüman halk oluşturmaktaydı. Özellikle 1878’ten sonra çoğu Balkan
devleti bağımsızlığını kazanınca ulus devlet esasına göre çoğunluğu elde
etmeleri gerekti. İşte asıl bu tarihten sonra Balkan toprakları üzerinde
tarihsel haklara sahip olduğunu iddia eden gayrimüslim topluluklara karşı
müslüman toplulukların tarihleri başlamış oldu (s. 243).
Her ulusun tarihsel nedenlerden ötürü
milliyetçilik düşünceleri farklı şekillerde zuhur etmiştir. Mesela Berlin
anlaşmasından doğan hakları neticesinde Bosna ve Hersek’i işgal etmeye başlayan
Avusturya-Macaristan’a karşı Ortodoks ve Müslüman halk hep birlikte isyan
hareketine girişmiştir. Bu iki vilayet toplumsal ve kültürel kimliklerini
kanıtlamayı, özerkliklerini gerçekleştirmeyi amaçlayan ve içsel etkenlerle
ortaya çıkan bir halk hareketiydi (s. 134). İlk amacı Rus, Bulgar ve Sırplar
tarafından uygulanan kitle halinde öldürmeler ve göçe zorlanmalara karşı
kendilerini savunmak amacı gütmüş ama zaman geçtikçe çeşitli etnik ve dinsel
grupların kendi siyasal kimliklerinin ortak amaçlar etrafında geri plana
itmesiyle milli bir kimliğe bürünmüştür. Hatta isyan sırasında herkese
Bosna’nın geleneksel kıyafetlerinin giyilmesi zorunluluğu getirilmiştir. Bu tip
uygulamalar açıkça ne Osmanlı’nın ne de Avusturya’nın işine gelmiştir fakat
Bosna’lı kimliğinin ve kendi iç dayanışmasının gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Benzer bir durum Arnavutlar arasında da
yaşanmıştır. Fakat Arnavutlar bağımsızlık kazandıkları 1912 yılına kadar hatta
sosyalist rejim görmelerine rağmen günümüze kadar hala Müslüman Türk nüfusu
çoğunluk olmuştur. Bosna’da ise Balkan savaşlarından sonra Türk nüfusu giderek
azalmaktadır. Macaristan ise 1718 yılında imzalanan Pasarofça anlaşmasıyla
Osmanlı’nın elinden çıkmış ve Almanya ile Avusturya ilişkileri neticesinde
milliyetçilik düşünceleri şekillenmiştir. Kosova ise 1. dünya savaşı öncesinde
bir devlet kurma fırsatı bulamamıştır. Ancak Osmanlı ile kurulan tarihsel
bağların sadık bir temsilcisi olmuştur. Makedonya ve Karadağ milliyetçilikleri
ise slav politikalarından oldukça etkilenmiştir.
Burada adı zikredilen ve azınlıkta kalan
tüm uluslar kendi kaderlerini tayin etme fırsatı bulamamıştır. Sovyetler
Birliği’nin dağılmasından sonra da problem hala çözülebilmiş değildir. Bu
bölgede yaşanan problemleri sosyalist rejimlerde çözememiş, çatışmalar
Balkanlaşma (balkanization)[5]
teorilerinin ortaya atılmasına neden olmuştur. Balkanlaşmanın kendince olumsuz
anlamı vardır. Ancak Yugoslavya’nın balkanlaşmasını baz alıp başarılı ve
başarısız balkanlaşma şeklinde yeni bir açılım yapılırsa ortaya çıkan tablo az
önce zikredilen balkan devletlerinin durumlarını daha iyi anlamada işlevsel
olacaktır (Öztürk, 2018, s. 29-30):
Sonuç olarak bölgedeki sorunlar yakın tarih itibariyle
Yugoslavya’nın dağılmasına işaret etse de sorunların asıl çıkış noktası Osmanlı
Devleti’nin bölgedeki siyasi varlığının zayıflaması ve sona ermesiyle birlikte
başlamıştır. Bölgede balkanlaşmanın tesirlerinin ortaya çıkması 19. Yüzyıl
sonlarında Osmanlı’nın bölgedeki varlığının zayıflamasıyla başlamış ve
Yugoslavya’nın dağılışına kadar devam etmiştir. Balkanlaşma farklı etnik
gruplar arasında sosyal mesafeler oluşturması, çözüme kavuşmamış sınır
sorunları ve çok dillendirilmese de süregelen megala idealar sebebiyle Balkan
ülkelerinde hala hissedilmektedir.
Balkanlaşma olgusu süregelmekte ve bölgede coğrafya ve
kimlik bağlamında bir takım Tamamlanmış(başarılı) olanlar Slovenya ve
Hırvatistan örnekleri, tamamlanmamış(başarısız) balkanlaşma örnekleri ise
Makedonya, Bosna Hersek, Kosova, Karadağ ve Sırbistan örnekleridir. Başarılı
olanlar AB’ye, NATO’ya üye, milli gelir düzeyi yüksek, devletin sosyo-politik
yapıları ve kurumları oturmuş ülkelerdir. Başarısız olanlar ise sınır sorunları
hala çözülememiş, AB üyeliği olmayan, uluslar arası düzeyde tanınma sorunu olan
ülkelerdir.
Özetle Balkanlardan Osmanlı’nın çekilmesi
ve Sırp, Bulgar, Rus politikaları neticesinde bölge içerisinde kalan sayıca
küçük milletler tam bir bağımsızlık elde edememiştir. Bölgedeki çok fazla etnik
unsurun birbiriyle çatışması bölgedeki istikrarsızlığı bugün bile
pekiştirmektedir.
[1] Kemal
Karpat Sırp ve Bulgar politikaları nedeniyle 2-300000 arasında Müslüman Türk’ün
öldürüldüğünü ve 1 milyona yakın kişinin ise yerlerinden edildiğini söylemektedir.
[2] Kemal
Karpat onun daha çok Osmanlı ile arasını iyi tutarak yerel bir Sırp hükümeti
kurmaya çalışan hatta Osmanlı sultanları gibi giyinen birisi olduğundan
bahseder.
[3] En yakın örneğini 1995
yılında Sırp ordusu tarafından “Srebrenitsa” Müslümanlarına karşı işlenen
soykırımda görmekteyiz.
[4] Konstantinopolis’in
başkent olduğu büyük Helen imparatorluğunu yeniden kurma fikri.
[5]
Balkanların gitgide daha da etnik gruplara parçalanması ve bölgenin
istikrarsızlaşmasını açıklamak için literatüre sokulan terim. Sovyetlerin
dağılmasından sonra sık sık sosyal bilimlerde kullanılmıştır.
SONUÇ
Yukarıda bahsedilen Balkan ülkelerinde
modern milletlerin ortaya çıkışı ekonomik ve toplumsal etkenler tarafından
belirlenmiştir. Osmanlı’nın geleneksel toplumsal tabakalaşması çökmüş, artan
ticaret hacmiyle Pazar ekonomisi ortaya çıkmış ve kapitali elinde bulunduran
gayrimüslim tebaa geleneksel toplumsal ve siyasal sistemi işlevsiz bırakmıştır.
Fransız ihtilali sonrası artan milliyetçilik düşüncesi bu yeni tüccar sınıf ve
kilise ile eklemleşerek tüm balkanlarda az çok benzer sosyo-ekonomik yapılar
ortaya çıkarmıştır. Ancak benzerlikler din, dil ve köken bakımından her zaman
birleştirici olmamıştır. Birinci ve İkinci Balkan Savaşları’nda savaşın
taraflarına baktığımızda ortaya çıkan cephe değişimleri milliyetçilik algısının
tanımına göre nasıl değiştiğini ortaya koyacaktır.
Her milletin kendi dinamiği olması farklı
milliyetçilik tezahürlerine sebebiyet vermiştir. Mesela Romen milliyetçiliği
daha liberal bir çizgi seyrederken Sırp milliyetçiliği bir miktar fazla
etniklik içermektedir. Osmanlı açısından ise Türk milliyetçiliği tam bir
hezeyan içindedir. Balkan toprakları elden çıkınca milliyetçiliğin gücünün
farkına varan Osmanlı aydınları yine Balkanlar’da Slav milliyetçiliğine karşı
bir tepki olarak oluşturduğu Türk milliyetçiliğini devletin tek kurtuluş
formülü olarak görmüşlerdir. Jöntürk aydınları tarafından kurulan yeni devletin
temellerini de bu milliyetçilik harcı oluşturmuştur. Osmanlı Devleti’ni de bir
balkan devleti olarak ele alırsak aslında imparatorluğun dağılmasıyla son bulan
Osmanlı dahil bütün devletler ulus devlet esasına göre kendi kaderlerini tayin
etmiş oldu. Ancak geriye kalan Türk halkı büyük devletlerin desteğine
dayanmaksızın neredeyse bütünüyle kendi gücüyle bu bağımsızlığı kazanarak diğer
balkan ülkeleri arasındaki farkını da ortaya koymuş oldu.
KAYNAKÇA
Doğar, N. (2017). Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk. Tarih Kritik Dergisi. 3(2) s. 43-47.
Erişim Adresi: https://dergipark.org.tr/tr/pub/tarihkritik/issue/28549/304565
Karatay, O. ve Gökdağ, B. (2013). Balkanlar El Kitabı. Ankara: Akçağ
Yayınları.
Karpat, K. H. (2012a). Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik.
(2. Baskı). (R. Boztemur Çev.). İstanbul: Timaş Yayınları.
Karpat, K. H. ve Yıldrım, Y. (2012b). Osmanlı Hoşgörüsü. (Y. Usta Çev.)
İstanbul: Timaş Yayınları.
Karpat. K. H. (2006). Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma. (D. Özdemir Çev.).
Ankara: İmge Kitabevi.
Oruç, Z. (2011). Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk Çerçevesinde Balkan
Türklerinin Kimlik ve Yönetim Sorunları (Kosova ve Makedonya Örneği). (Doktora
Tezi). Sakarya Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Sakarya.
Öztürk, Ü. (2018). Balkanlaşma ve Balkanlar’da Türk Kimliği (Makedonya ve Kosova Örneği).
(Doktora Tezi). İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya.
Saatçi, B. M. (2009). Balkan Ulusçuluklarına Dair Bir Değerlendirme:
Farklı Uluslar Farklı Usuller. Karadeniz
Araştırmaları. 6(63) s. 13-28.
Erişim Adresi: http://www.karam.org.tr/Makaleler/1277213321_saatci.pdf
TDV. (1991). İslam Ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Uğur, H. Z. (2018). Balkan Savaşları’nın Balkanlar’dan Anadolu’ya Türk Göçü Üzerine Etkisi.
(Yüksek Lisans Tezi). Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Kütahya.